Sevgili Afşın,
Yıllardan sonra yeniden, sana mektuplar yazmaya başlıyorum. Bilmem hatırlayacak mısın? Sana ilk mektuplarımı 1954 yılında yazmıştım. O sıralarda ben Ankara’da idim, sen annenle birlikte Edirne’de bulunuyordun. Henüz mini mini bir ilkokul öğrencisi olduğun için, dünya dertlerinden ve dalaverelerinden haberin yoktu. Onun için de benim sizlerden ayrı bulunuşumun sebebini ne bilebiliyor, ne de düşünebiliyordun.
Benim Ankara’da ve sizlerden ayrı bulunuşum, maarifteki milliyetçilik düşmanlarının, bana oynamak istedikleri, fakat bu sefer tutturamadıkları bir oyunun neticesiydi. 1951 de aynı oyunla beni Zonguldak’tan Edirne’ye gönderenler, bu defa da Çanakkale’ye sürmek istemişlerdi. Evet, bu bir sürgündü. Haksız ve vicdansızca yapılmak istenen bir sürgün..
Bu, hakkımda verilen ilk haksız karar değildi. O zamana kadar buna benzer birçok muamele ile karşılaşmıştım. Ama onların hiç birisine en küçük bir itirazda bulunmamış, daha doğrusu bunu bir tenezzül saymıştım. Fakat bu seferki haksızlık, artık, dolu bardağı taşıran son damla olmuştu.
Bu naklin ne kadar mânâsız, haksız ve kasıtlı olduğunu anlatmak için Ankara’ya gelmiştim. O günlerde Bakanlığın büyük bir mevkiine ciddî, çalışkan, vatansever bir maarifçi getirilmişti. Bu haksızlığı ve kasdı, ancak, bu seviyedeki bir insana anlatmak mümkündü. Ben de öyle yaptım.
O gün, bu değerli maarifçiye çok acı şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Bugünkü gibi hâlâ aklımda : O günlerde, Musolini zamanında İtalya’da yapılan büyük bir yarışmayı kazanan yaşları ilerlemiş atlarımıza, bu hizmetlerine karşılık, bir nevi tayın bağlanmıştı. Hakkımda, yıllardan beri sürüp gelen haksız muameleleri sıraladıktan sonra, o değerli maarifçiye bu misali vermiş ve :
-Başka bakanlıklarda hizmet görmüş hayvanların dahi hakkı gözetiliyor. Bütün meslek hayatı Anadolu’da geçmiş bunca yıllık bir edebiyat öğretmeni olarak benim bir at kadar da mı değerim yok? Bu haksız nakli asla kabul etmeyeceğim ve karar değiştirilmezse, bundan böyle, maarifte bir gün bile vazife görmeyeceğim !
demiştim. İşte, Çanakkale Kız Enstitüsü’ne yapılan o haksız nakil o değerli maarifçinin anlayışıyla yırtılmış ve Ankara’ya verilmem bu şekilde olmuş, sizlerden beş altı aylık bir zaman için bu yüzden ayrılmış ve sana ilk mektuplarımı bu ayrılık sebebiyle yazmıştım.
1954’te, Ankara’dan sana yazdığım mektuplara, sen ilkokul çocuğu mini mini Afşın, devamlı olarak cevaplar verirdin. Bana ne güzel şeyler yazardın! Hele imlânın düzgünlüğü ve ifaden, baban olarak bana ne kadar gurur verirdi! İşte o yıl, seninle, böyle aylarca mektuplaşmıştık.
Sekiz yıl sonra sana yeniden mektup yazıyorum. Fakat sekiz yıl önceki gibi senden cevap bekleyerek değil. Çünkü sen artık yoksun. Kader, seni hayatının on altıncı yılında toprağa çekti. Sen artık bir avuç topraksın. 14 yaşında bütün varlığınla bağlandığın, gönül verdiğin vatanın bir avuç toprağı.. Geride bıraktığın annen, baban ve diğer seni sevenler için de hazin bir hâtıra..
Bu dünyayı, senin gibi çocukluk yaşlarında, baharlarında bırakıp giden talihsiz yavruların sayısı elbette ki az değildir. Ama şu da muhakkak ki seninki; o binlerce, o on binlerce yavrunun çoğununkinden daha büyük bir talihsizlik.. Çünkü, kara talihin seni bir ahtapot gibi sarışı, sen daha dünyaya gelmeden önce başlamıştı. Sonra da devam etti. Seni, talihsiz çocuklar ordusunun en talihsizlerinden biri yapan, işte budur.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğruydu, Afşın. Savaşın ilk yıllarında yüklendikleri bütün cepheleri çabucak çökerten Alman orduları, demokrasi safının dizginlerini ellerinde bulunduranların bağışlanmaz gafleti ile belini doğrultan ve güçlenen kızıl Moskof ordularının önünde gerileye gerileye ana vatanlarına doğru çekiliyorlardı. Moskof ordularının bu ilerleyişi, Türkiye’deki kızıllara da büyük cesaret vermiş ve yerli komünistler azgınlaşmaya başlamışlardı. Azgınlıkları günden güne artıyor, fakat hedefleri millî varlığımız olduğu halde, devlet gemisinin başında bulunanlar, bu ihaneti önleyici tedbir alma lüzumunu asla duymuyorlardı. Halbuki o tek parti diktatörlüğü yıllarında, hükümetin başında, hem de Meclis kürsüsünden : “Türküz, Türkçüyüz, Türkçü kalacağız!” demiş olan bir Başbakan da vardı.
O sıralarda Orhun’u çıkarıyorduk. Atsız Amcan, Orhun’un 1944 martında çıkan 15. sayısında Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye hitaben, komünist tehlikesinin büyüklüğünü belirten bir açık mektup yayınladı. Yazı, memlekette büyük bir millî heyecan yarattı. Derginin 16. sayısında çıkan ikinci açık mektup ise, millî heyecanı, son haddine ulaştırdı. Bu heyecanla birtakım hareketler oldu. Komünistlerin azgınlıkları karşısında, Türkiye sanki bir Güney Amerika devleti imiş gibi gamsız ve sessiz duranlar, millî ruhun şahlanması üzerine harekete geçtiler. Orhun kapatıldı. Amcan işinden çıkarıldı. Ve ikinci açık mektupta kendisine «vatan haini!» denilen kızıl Sabahattin Ali’ye Atsız aleyhine hakaret dâvâsı açtırıldı.
1944’ün Türkçülük aleyhindeki o meşhur haçlı seferi işte böyle başladı. Atsız – Sabahattin Ali dâvâsının görüldüğü sırada, Ankara’da, o zamanın milliyetçi gençlerinin komünizm aleyhine tertipledikleri nümayişler, haçlı seferinin kurmaylarını büsbütün kudurttu. Türkiye’deki bütün şer kuvvetleri tek cephe halinde Türkçülüğe yaylım ateşine girişirken, Türk milliyetçileri de tevkif edilmeye başlandılar.
Annen ve ben, o sırada Balıkesir’de idik. Ilık bir bahar sabahı, 14 Mayıs 1944 pazar günü beni evden aldılar. Bir gece Balıkesir Emniyet Müdürlüğünde tuttuktan sonra Ankara’ya sevk ettiler.
Sen, o günlerde, annenin karnında idin. Dünyaya gelmene üç buçuk ay kadar bir zaman vardı. İşte senin kara talihinin başlangıcı o günlerdir.
Ben götürülünce, annen, evde tek başına kalmıştı.
Türk milliyetçiliği aleyhine açılmış kampanya büyük bir şiddet ve şirretlikle devam ediyor, hürriyetleri ellerinden alınmış milliyetçiler, uydurma bir ırkçılık ve Turancılıkla suçlandırılıyor, memlekette korkunç bir hava estiriliyordu. Annenin, Balıkesir’de tek başına kalmasının sebebi de buydu. Çünkü, vicdansızlar, bir gizli cemiyet hikâyesi ortaya atmışlar ve şifreleri(!), parolaları (!) olan bu gizli cemiyetin gayesinin hükümeti devirmek olduğunu ilân etmişlerdi. Böyle bir şebekeye mensup bir insanın, evinde yalnız kalmış eşinin yanına gelmeye kim cesaret edebilirdi? Ziyaret bir tarafa, derse gittiği zamanlar, Balıkesir Lisesi’nin öğretmenler odasında, bir aile müstesna, diğer bütün dostlar (!), annenle tek lâf etmekten çekiniyor, hattâ çoğu, karşılaşmamak için odaya girmekten kaçmıyorlardı.
Türkiye’yi kaplamış olan o korkunç zulüm havası, tevkif edilen milliyetçileri bekleyen akıbeti belli etmişti. Milliyetçiliğe karşı, belki de insanlık tarihinde görülmemiş bir şiddetle saldırmalar devam ediyordu. Ve saldıranlar sadece Türklük ve Türkçülük düşmanları da değildi. Haysiyetsiz, vicdan sız, dalkavuk ve şerefsiz birçok kalem, Türkçülük düşmanlığında, Türklük düşmanlarından hiç de geri kalmıyorlardı.
Bu hava yetmiyormuş gibi, üstelik annen, benden haber de alamıyordu. Çünkü mevkuf bulunduğum Ankara Emniyeti Birinci Şubesi’ne verdiğim kısa mektupların postaya atıldığı söyleniyor, fakat atılmıyordu. İşte, yalnız Türk milliyetçiliğini ve milliyetçilerini değil, namus ve vicdanı da bitirmeye çalışan bu havaya, kamındaki beş buçuk altı aylık yavrusuyle, bir şehirde tek başına kalmış olan bir kadın nasıl göğüs gerebilir, nasıl dayanabilirdi?
Haftalar, aylar geçiyor; fakat memleketi sarmış olan o korkunç zulüm havası hiç eksilmiyordu. Zulüm makinesi, yalnız, hürriyetlerini ellerinden aldığı insanları ezmekle yetinmiyordu. Elini, onların dışarda kalmış mensuplarına da uzatıyordu. Haçlı seferinin kurmaylarından olan Haşan Âli, hiçbir sebep yokken, anneni de bakanlık emrine aldırmıştı. Bu, milliyetçileri aynı zamanda aç bırakmak içindi.
İşte ben emniyet müdürlüklerinde türlü kanunsuzluklar, vicdansızlıklar ve zulümler ile karşılaşırken, annen de dışarda maddî ve mânevî böyle nice ıstırabı göğüslemeye çalışıyordu. Fakat bu, elbette kolay değildi. O yalnızlık, o korkunç ve kain manevî baskı, o gıdasızlık, anneni mânen olduğu kadar maddeten de kahrediyordu. Bu iki taraflı çöküş elbette ki sana da tesir edecekti. Böyle bir ıstırapla kahrolan, yıkılan bir anne, karnındaki masum yavrusunu nasıl besleyebilirdi?
Besleyemedi de.. Ve sen, daha dünyaya gelmeden önce bir zulüm makinesinin, bir vicdansızlar takımının böyle kurbanı oldun.
İşte sen, bunun için, talihsiz çocuklar ordusunun en talihsizlerinden birisisin Afşın.
Yorumlar