Sevgili Afşın,
Kara talihin, daha doğmadan önce pençesine geçmek bahtsızlığına uğrayan sen, ıstıraptan çökmüş bir annenin iyi besleyemediği bir yavru olarak 3 Eylül 1944’te Taksim’deki Alman Hastahanesi’nde dünyaya geldin. Vatanın o günkü zehirli havasını ciğerlerine doldurup ilk feryadı attığın an, saat on üçü kırk beş geçiyordu. Tartıldığın zaman 2.800 kilogram gelmiştin. Normal çocuk kilosundan hayli az olan ağırlığın, Türkiye çapındaki bir zulüm ve ihanet hareketinin, payına düşmüş kısmının hazin bir ifadesiydi. Fakat bu, sadece bir başlangıçtı. Seni hayatta bekleyen daha pek çok dertler, ıstıraplar vardı.
Doğumunu, talebelerimden birisinin emniyet müdürlüğüne haber vermesiyle aynı günün akşamına doğru öğrendim.
Bir insan için bu ne güzel bir haberdi! Fakat ne de acıydı! Bir Türk anası bir yavru dünyaya getiriyor, doğan yavrunun babası, milliyetçiliğinden dolayı hürriyeti elinden alındığı için, onlardan uzaklarda bulunuyordu.
Ertesi sabah Birinci Şube Müdürüne durumu bildirdim ve uygun görülecek bir saatte, birkaç dakikalık bir zaman için hastahaneye gönderilmemi istedim. Eğer gerekiyorsa, kelepçe vurulmasını kabul edebileceğimi de ilâve ettim. Sizi görebileceğimi umuyordum. Bu ümitle bekledim. Fakat birkaç saat sonra isteğimin yerine getirilmesinin mümkün olmadığı haberi geldi.
Halbuki bunun olmayacak bir tarafı yoktu. Çünkü ben ne azılı bir kaatil, ne de korkunç bir casustum. Emniyet Müdürlüğü ile Taksim’in arası on dakika idi. Birkaç ay önce Balıkesir’den Ankara’ya kadar bir tek polisle nasıl gönderildimse, Tophane’deki cezaevinde iken birkaç kere dışarı nasıl çıkarıldımsa, o gün de (üstelik kelepçeli olarak) yine öyle gönderilebilirdim. Evet bu, yerine getirilebilecek bir istekti. Ancak insan olmak, insanlık duygularını polis nezarethanelerinde kaybetmemek şartiyle…
Dünyanın bir günlük konuğu sen mini mini Afşın ile seni dünyaya getiren anneni bir dakikacık olsun görmekten alıkonulmak bana çok dokunmuştu. Ama ne yapabilirdim? Çevresi, zulüm duvarıyla örülü bir insan ne yapabilirdi?
Senin doğumundan birkaç gün sonra idi. 7 Eylülde, Tophane’deki meşhur binada, ilk defa askerî mahkemenin karşısına çıkarılmıştık. Etrafımız süngülü askerlerle çevrilmişti. Salona pek az dinleyici alınmıştı. Sonraki duruşmalarda bizlere çok kötü muamele eden ve bu yüzden kendisiyle çok çekişmek zorunda kaldığımız duruşma hâkimi, usul gereğince, kimliklerimizi tesbit ediyordu. Sıra bana gelince adımı, doğum yerimi ve yılımı söyledikten sonra :
-Çocuğunuz var mı?
diye sordu. Bu soru, ruhumda bir kere daha dört gün önceki fırtınayı estirdi. İçim yeniden nefretle, kinle doldu. Bu duyguların yüzümde de dile gelen ifadesiyle ve sert bir sesle:
-Dört gün önce bir oğlum olmuş!
dedim. Şu altı kelime, anlayan için, zulmün aletleri olan maskara suratlara indirilmiş bir şamardı.
Seni ilk defa, doğumunun kırkıncı gününde gördüm.
O gün annen seni İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getirmişti. Ben o günlerde, yine nezarethanenin hücrelerinden birisine tıkılmıştım. Hücrenin kapısı açılıp da bir polis :
-Karınız ve çocuğunuz gelmiş!
deyince, çok heyecanlandığımı, bugün gibi, hatırlıyorum. Ama, bu heyecanım çok sürmedi. Bu sözler bir yalan da olabilirdi. Çünkü poliste, insanları bir yerden bir yere çabuk, rahat ve direnmeye meydan vermeden götürebilmek için, böyle yalanlar söylemenin usulden olduğunu tecrübeyle öğrenmiştik. 14 Mayıs 1944 pazar günü, beni tevkif etmek için Balıkesir’deki evimize gelmiş olan polisler :
-Sizi acele Vali Muavini Bey istiyor!
demişlerdi. Çocukları talebem olan Vali Muaviniyle biraz tanışıklığımız olduğu için, bu sözlerin bir yalan olabileceğini hiç düşünmemiş, emniyet mensuplarıyle birlikte âdeta koşarcasına vilâyet binasına gitmiştik. Sokulduğum bir polis odasında İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı emriyle tevkif olunduğum söylendikten sonradır ki yalanı anlamıştım.
Yine, Birinci Şube’de bir çalışma odasında oturur ve yatar kalkarken, nezarethanenin o feci hücrelerinden birisine tıkılacağım zaman da bir sivil polis :
-Birinci Şube Müdürü sizi görmek istiyor!
demiş ve beni hücreye böyle sokuvermişlerdi.
İşte bunun için, bu seferki de böyle bir yalan olabilir diye düşünmüştüm. Nezarethane hücrelerinden daha fena bir yere tıkılmam gerekmiş ise, muhtemel bir direnmeyi önlemek için böyle bir yalan söylenmesi tabii idi. Onun için hücreden endişeyle çıktım. Önden giden polisin arkasından endişeli endişeli gittim. Fakat bu seferki yalan değildi. Çalışma odalarından birisine girdiğim zaman ıstıraptan çökmüş ve dal gibi kalmış sevgili annenle masalardan birisinin üstünde ve kundak içinde yatan seni buldum.
Gözüme ilk çarpan bir çift mavi göz olmuştu. Masum masum etrafına bakınıp duruyordun. Annenin gözleri yaşlı idi. Seni, doğumundan o kadar gün sonra ve hürriyetim bir istibdat makinesi tarafından elimden zorla alınmış bir halde, böyle bir polis odasında mı görmeli idim?
Yine içim kabarmıştı, yine isyan duygularıyla dolmuştum. Fakat içimi kavuran ateşi içimde soğutmaya mecburdum. Seni, içime doldura doldura koklar ve öperken, gözlerimden pembecik yanaklarına damlayan birkaç damla yaş, bu işi yaptı.
Ekim sonlarına doğru Balıkesir’e gitmiştiniz. Zulmün estirdiği kasırga ilk hızını kaybetmişti ama, o vicdansızlığın sonucu olan ıstıraplar devam ediyordu. Çileli annen büyük maddî sıkıntılarla karşı karşıya idi. Çünkü hürriyetleri çalmak ve yuvaları darmadağın etmek Türkçülük düşmanlarını doyurmamıştı. Dağılmış yuvaların insanları aç da kalacaklardı. Annenin bakanlık emrine alınmasının sebebi de buydu. Ve aradan aylar geçmiş, bir yeni ders yılı başlamış, bu vicdansızca karar hâlâ geri alınmamıştı. Annenin eline geçmekte olan para, Balıkesir’de dört yıldan beri oturmakta olduğumuz evin kirasını dahi karşılamıyordu. Ama bundan zalimlere neydi? Ve zaten onların istediği de bu değil miydi? .
Türk milliyetçilerinin tevkif edilmesine başlandığı ve Türkçülük aleyhindeki korkunç kampanyanın büyük bir azgınlıkla devam ettirildiği o ilk günlerde, zalimler, çomakları vasıtasıyle annene bir teklifte bulunmuşlardı: Annen, bir bağışlanma yazısı yazacak ve bu yazı makinenin başındakine sunulacaktı. Evet, teklife göre, milletimize gönül verdiğimiz için, böyle bir sevginin mânâsını dahi anlayamayacak seviyedeki insanlardan af dileyecektik. Tanrı’nın, kendisine bağışladığı insanlığa ve onun da üstünde, damarlarında dolaşan kanın kutsallığına inanan hangi Türk böyle bir şerefsizliği kabul edebilirdi? Annen de etmedi. Ve işte manevî ıstırapların yanında maddî sıkıntılara göğüs germek zorunda kalmasının sebebi de bu oldu. O, yüzyıllardan beri ıstırapla yoğurulmakta olan bir soyun yetişkin bir kızı idi. Kendi vatanında, kendi bayrağının gölgesinde, kendinden olmayanların işkencelerine dayansındı. Fakat sen masum ve talihsiz yavrudan ne istiyorlar, senin sütünü niçin kesiyorlardı?
Balıkesir’deki ıstıraplı günler böylece uzadı gitti. Ve anneni hiçbir şeyle suçlayamayanlar, sonunda vazifesini geri vermek zorunda kaldılar. Bu tayin yapılırken, maarifin başındaki adam:
-Uzak bir vilâyetin lisesine!
buyruğunu vermiş, fakat araya giren bazı insaf sahipleri, size yaptırılmak istenen zulüm yolculuğunu Zonguldak’a çevirebilmişlerdi. Senin, şehirler arası ikinci yolculuğun, işte bu tayin neticesinde oldu Afşın..
Zonguldak’ta Vakıflar Müdürlüğü’ne ait iki katlı bir evin birinci katının iki odasına yerleşmiştiniz. Günler, haftalar, aylar durumda bir değişiklik olmadan geçiyordu, ama sen de büyüyordun. Annenin bana gönderdiği resimlerin, çok tatlı bir çocuk olduğunu gösteriyordu. Tophane’deki Askerî Cezaevi’n- de resimlerine hasretle bakarken, hep, seni ne zaman görebileceğimi düşünür, garip düşüncelere dalardım.
O kış, o bahar böyle geçti Afşın. Ve ben seni ikinci defa bağrıma basmak saadetine erdiğim gün, sen, yaşını doldurmak üzere bir bebek bulunuyordun.
Yorumlar