Afşın’a Mektuplar – 3

Sevgili Afşın,

İstanbul Sıkı Yönetim Mahkemesi’nin bana verdiği, son­radan Askerî Temyiz tarafından bozulan, bir yıl iki aylık hap­si tamamlayarak Zonguldak’ta size kavuştuğum günü, sanki dünmüş gibi, hatırlıyorum.

1945 yılı temmuzunun son günlerinden birisiydi. Açıkta demirleyen vapurdan bir motörle ayrılıp karaya ayak bastı­ğım zaman, beni karşılamaya gelenler arasında sen, mini mini Afşın da vardın. O sırada on bir ayını sürmekte idin. Beni ta­nımıyordun.

Karşı kıyıdaki evimize gitmek üzere bir sandala bindiği­miz zaman seni kucağıma oturtmuştum. Kucağımda hiç sesin çıkmadan duruyor, maviş gözlerinle hep bana bakıyordun. Ya­rım saat kadar süren kayık yolculuğunda gözlerini benden hiç ayırmadın. Annen ve kayıkta bulunanlar, senin halini hay­retle takip ediyorlardı. Erkekten ve hattâ erkek sesinden ürküp sinen Afşın’ın, kim olduğunu bilmediği babasının kucağın­da sessiz sessiz oturması ve üstelik ona tatlı tatlı bakması ger­çekten şaşılacak bir şeydi. Yanaklarını öptükçe gülümsüyor­dun. Senin bazan erkek sesinden dahi korkarak ağladığını ha­tırlayanlar bunu «kan çekme!» diye adlandırmışlardı. Sebep ne olursa olsun, o günkü masum, mûnis ve bana çok yakın ha­lini hiç unutamadım Afşın.

Zonguldak’ta o iki küçük oda içindeki hayat, aranıza be­nim katılmamdan sonra da uzun müddet devam etti. Günler, maddî ve mânevî sıkıntılarla dolu olarak birbirini takip edi­yordu. Salıncak devrin artık bitmişti. Fakat sana karyola alacak durumda olmadığımız için uyku saatlerini yine salıncakta geçiriyordun. Aynı sebepten araban da yoktu. Sokağa çıktığı­mız zamanlarda kucakta taşınırdın. Bundan sıkılırdın ama, katlanmaya mecburdun .

Okullar açılıp da annen derslere başlayınca, günün birçok saatlerini evde birlikte geçirmemiz gerekmişti. Annen dışarda çalışıyor, sana evde ben bakıyordum. O günkü havaya göre be­nim devlet kapısında vazife görmem imkânsız gibiydi. Çünkü 1944 Nisanında açılıp aylarca devam ettirilen ihanet kampan­yası, Türkçüleri korkunç insanlar haline getirmişti. İstanbul Sıkı Yönetim Komutanı, bizi mahkemeye sevk eden son tah­kikat kararını, gazetelere : “Irkçılık, Turancılık gayeleriyle gizli cemiyet kurarak millete ve vatana hıyanet hareketlerine teşebbüs ettiklerinden dolayı..” diyerek vermişti. Bir mahkeme kararı olmadan ve o karar kesinleşmeden bir suç sabit olabi­lir miydi? Türk milliyetçilerinin vatana ihanet teşebbüsleri sabit olmuşsa, o halde, mahkemeye ne lüzum vardı? Evet, ne kanun, ne vicdan, ne mantık böyle bir şeyi kabul edemezdi. Ama, o günlerin Türkiye’sinde bu kanunsuzluğa, bu vicdansız­lığa, bu mantıksızlığa karşı koymak ne mümkündü? Ve ben bundan dolayı evde oturup sana bakmaya mecburdum.

Günler böyle sürüp giderken, bir gün Zonguldak şehrine Hasan Âli’nin müfettişleri ile bir umum müdürü geldi. Umum müdür, Çelikel Lisesi’nde anneni bulup benim ne yapmakta ol­duğumu sordu. Annen, evde oturduğumu söyleyince, Hasan Âli’nin umum müdürü :

-Nejdet Bey, vekil beyefendiye bir mektup yazsa, vazife­sinin verileceğini umarım!

dedi ve ilâve etti :

-Bu sözleri bir telkin neticesinde söylemiyorum Reşide Hanım. Kendi düşüncem ve tahminim.

Vekil beyefendinin benden “niyazname”! beklediği anla­şılmıştı. Bu “niyazname” bakanlıktaki dosyama konacak ve ilerde bir asilik (!) filân yaptığım takdirde, suratıma çarpılacaktı. Fakat, tilkilerin bu ümitleri kursaklarında kaldı.

Zonguldak’ta bir maden okulu vardı. Beni okula öğret­men olarak almak istediler ve usul gereğince bağlı bulunduk­ları İktisat Bakanlığı’na bir dilekçe vermemi bildirdiler. Hesap­larına göre, Bakanlık, okuldan böyle bir ders için bir öğretme­ne ihtiyaç olup olmadığını soracak, onlar «var!» deyince de tayinim yapılacaktı. Fakat tahminleri çıkmadı. Bakanlık, di­lekçeme verdiği cevapta, Zonguldak Maden Okulu’nda böyle bir ders öğretmenine ihtiyaç bulunmadığını bildirdi. O hava­da, ırkçı – Turancı Nejdet Sançar’ı okullarına nasıl alsınlardı?

Yine o sıralarda, Çalışma Bakanı bulunan Dr. Sadi Irmak Bey Zonguldak’a gelmişti. Benimle ilgilenmiş ve boşta oldu­ğumu öğrenince görüşmek üzere beni çağırtmıştı. Bu görüşme Ereğli Kömürleri İşletmesi (E.K.İ.) Umum Müdürlüğü binasında ve umum müdürlük odasında oldu. Yapılan haksızlıklardan üzün­tü duyduğunu belirten Sadi Irmak Bey, bana iş müfettişliği teklif etti. Bu, benim için elbette ki iyi bir teklifti, fakat iş müfettişliği ne idi ve ben hiç bilmediğim bu konuda nasıl va­zife görürdüm? Bunu belirttim. Sadi Bey:

-Nejdet Bey! Gözünüzde büyütmeyin. İş müfettişliği si­zin için en çok bir aylık bir konudur!

dedi. Ve ben iki gün sonra Zonguldak Çalışma Müdürlüğü’nde vazifeye başladım. Fakat bir hafta bile çalışmam kıs­met olmadı. Çünkü o yere batasıca şeflik ve şefçilik zihniyeti aleyhime harekete geçmişti.

Ereğli Kömürleri İşletmesinin o zamanki umum müdü­rü C.H.P.’nin Zonguldak başkanı idi. Sadi Irmak Bey ile ko­nuşmaya gittiğim gün beni merdivenin başında karşılamış ve vekilin yanına sokmuştu. Bana verilmek istenen ve verilen vazife bu suretle öğrenilince de hemen fitne kazanı kaynatıl­maya başlanmıştı.

Fitne konusu benim «millî şef» in düşmanı oluşumdu. Fitneyi idare edenler de C.H.P.’nin Zonguldak ileri gelenleri idi.

Zonguldak’ta tanıştığım kimseler arasında diş doktoru Halit Taşman da vardı. Halit Taşman, Bucak adlı bir dergi çıkarmakta idi. İsteği üzerine Bucak’ta birkaç yazı yazmıştım. Bunlardan birisi “Türklük Sevgisi” başlığını taşıyordu. Yazı­da, Türklük sevgisinin inanan gönüller için nasıl bir kuvvet kaynağı olduğunu belirtiyor ve bu sevgiyi yok etmenin imkân­sızlığını anlatırken de şöyle diyordum :

“… O ulu Türklerin biz bugünkü torunları da diye­biliriz ki, gücü ne olursa olsun, insan kuvveti, Türk gönülleri­mizdeki Türklük sevgisini bitiremez. Bu sevgiyi ne dışarının büyük düşmanlarının, ne bunak müstebitlerin, ne sütü bozuk soysuzların, vatansızların ve ne de iğrenç dalkavukların gayretleri değil, ancak üzerimize çökecek yük, yahut altımızdan yarılacak olan yer, yani Tanrı gücü yok edebilir…”

İşte, buradaki «bunak müstebit» sözüyle o zamanki «Mil­lî şef »in kasdedildiği savcılığa fitlenmiş ve savcılık da hemen harekete geçmişti. Savcılığa çağırılan dergi sahibi Halit Bey, bu suçlamayı reddetmiş, hattâ daha da ileri giderek :

-Siz, “Millî şef”e “bunak müstebit”liği nasıl yakıştırı­yorsunuz?

diye âdeta çıkışmış ve bu suretle takibatın devamını ön­lemişti. Ben, bu dalavereyi sonradan öğrenmiştim. Ve üzerin­den aylar geçtiği için de “mesele”! unutulup gitmişti.

İşte, Sadi Irmak Bey’e fırsat buldukça fısıldanmaya baş­lanan bu idi. Ve nihayet, bakanın, Zonguldak’tan ayrılmasın­dan bir gün önce verilen içkili ziyafette, dumanlanan kafasının kendisine verdiği cesaretle, C.H.P. Zonguldak başkanı olan umum müdür «bunak müstebit»lik meselesini daha açık bir şekilde ortaya attı. Kendisini destekleyenler de eksik olmadı. Bu suretle Sadi Irmak Bey, zor durumda bırakıldı. Ziyafette bulunanlardan iki kişinin, eğer iddia doğru olsaydı, savcılığın hakkımda muamele yapması gerekeceğini söyleyerek beni sa­vunmaları da havayı değiştirmedi.

O sırada Zonguldak’ta çalışma müdürü olan zat namus­luluğu, çalışkanlığı ve iyi kalbliliği ile tanınmış hayli yaşlı bir yüksek mühendisti. Ziyafetin ertesi günü beni odasına çağırdı. Bir gece önceki durumu anlattıktan sonra, bakanın bir tavsiyesini tutmak suretiyle çirkef ağızların şerrinden kur­tulmaya çalışmamızın zarurî olduğunu söyledi. Sadi Irmak Bey’in tavsiyesi, on-on beş gün kadar vazifeye devam etme­mek suretiyle aleyhimdeki kampanyayı tavsatmak ve sonra sessizce yeniden işe başlamaktı.

Çalışma Müdürlüğü’nden o gün ayrıldım ve bir daha da kapısından içeri adım atmadım.

İşte, tek parti, tek şef sistemi buydu Afşın. Bir puta ta­pacak, insanlığı ayaklar altına alarak dalkavukluk edecek ve bunun neticesi olarak dünya nimetlerine kavuşacaktın, insanlık şerefini korumak istersen pek çok şeyleri göze almaya mecburdun. 1944’te yuvamızı dağıtan bu zihniyetti. Seni mah­rumiyetler içinde bırakan da bu zihniyetti. Aynı zihniyetin kirli elleri hâlâ yakamızı bırakmıyordu.

Şefçiler emellerine ulaşmıştılar. Fakat benimle uğraşmak­tan vaz geçmiyorlardı. Bana haber salıyor ve hakkımdaki dü­şüncenin ve hükmün silinmesi için bir “bağlılık yazısı”! yaz­mamı tavsiye ediyorlardı.

Fakat bu memlekette nâmerde boyun eğmeyecek, şerefi­ne toz kondurmaktansa kahrından ölümü kabul edecek in­sanlar tükenmiş değildi. Seni iyi besleyememek bahasına da olsa, ben de, alnıma elbette ki en küçük bir leke sürdüremez­dim. Onun içindir ki bu tavsiyeleri getirenlere, her defasında cevabım, ağır hakaret kelimeleri oldu.

Ve işte, birkaç günlük bir dış hayattan sonra, böylece, yine eve döndüm. Ve yine baba oğul aynı çatı altında saatleri, günleri ve haftaları aynı şekilde geçirmeye başladık.

Bu, o havanın, tabiî bir neticesiydi.

Yorum yaz

Yorumlar

  1. Henüz yorum eklenmedi.