Sevgili Afşın,
Bu sıkıntılı günler içinde, sen, bir karyola ile bir arabaya sahip olmuştun. Karyola bir arkadaşların, araba bir akrabaların idi. Her ikisinin içinde de ikişer yavru yatmış, gezdirilmiş ve büyümüştü. İkisi de üniversite bitirmiş bir anneyle bir babanın tek yavruları, ancak, bu şekilde karyola ve arabaya sahip olabilmişti. Sen, o eski karyolada yatar kalkar ve o eski araba ile Zonguldak sokaklarında dolaşırken, hiçbir şeyin farkında değildin. Fakat biz, sonu gelmeyecek gibi gözüken bu kahırları bağrımıza basıyor, o kemirici acılara dayanmaya çalışıyorduk.
Bu hava içinde günler geçiyordu. Yavaş yavaş büyüyor ve büyüdükçe de daha tatlı oluyordun. Fakat bebeklikten beri devam edegelen yemek yememek huyun bir türlü geçmiyordu.’ Midene bir kaşık yemek indirebilmek için ne hokkabazlıklar yapardık. Yememek için çok defa ağzını sımsıkı kapardın. Bunun çaresini, iki parmağımızla burnunu tutup nefes almak için ağzını açtırmakta bulmuştuk. Ağzın açılır açılmaz kaşıktakini boşaltırdık. Fakat bazan, bu şekilde ağzına doldurulan mamaları yutmayıp suratımıza püskürttüğün de olurdu. Bu püskürmeler artınca biz de taktiği değiştirmek zorunda kalmıştık. Yeni taktik masaldı. Sana, uydurma, fakat bebek ruhunu okşayan masallar anlatırdım. Kendini anlattıklarıma öylesine verirdin ki, uzatılan kaşıkları ağzına rahatça alır, rahatça yutardın. Yemek yediğinin farkında bile olmazdın.
1946 yılının yazında, oturmakta olduğumuz eski evin birkaç yüz metre uzağında yeni yapılmış bir apartmanın üçüncü katına taşındık. Eşyalarımızı kendimiz taşımak zorunda olduğumuz için nakil işi birkaç gün sürmüştü. Çünkü geceleri ve el ayak çekildikten sonra harekete geçebiliyorduk. Bir gecede birkaç sefer yapabildiğimiz için de nakil uzamıştı. Bu arada sen de kendine ait ufak tefek şeyleri taşıyordun. Yalnız son geceki nakli sensiz yaptık. Çünkü sona kalanlar ancak sırtta taşınabilecek eşyalardı. Onları gece yarısından sonra taşımayı uygun bulmuştuk. Sen, o saatlere kadar uykusuz kalamayacağın için de, bu faslı sensiz yapmıştık.
Bu apartman dairesi, öteki evle kıyaslanamayacak kadar rahat ve güzeldi. 1951 de Edirne’ye sürülünceye kadar olan yıllarımızı hep bu dairede geçirdik.
O eve ait hâtıralar, kesik bir sinema şeridi gibi, şimdi hayalimde canlanıyor :
Radyoda harmandalı çalarken, masa üzerinde dizini yere vurarak oynayışın.. Annen, karnında taşıdığı ıstıraplı günlerde seni iyi besleyememişti ama, damarlarındaki temiz Yörük kanım elbette ki sana devretmişti. Senin, üç yaşlarında bir bebek iken, harmandalını duyar duymaz coşman ve bir yetişkin efe ciddiyetiyle oynamanda, bunun rolü olduğu muhakkaktı.
İstiklâl Marşına saygın da bu bebeklik yaşlarında başlamıştı. Kelimeleri kendine göre değiştirdiğin o yıllarda İstiklâl Marşı’na da “vâ – vâ” derdin. Zannedersem bu “vâ – vâ”, bestenin malûm baş kısmının sende yarattığı tesirin neticesiydi. Türk istiklâlinin sesi olan o besteyi duyunca bir asker gibi saygı duruşuna geçmen, bizi ne kadar duygulandırırdı. Radyo, sabahları marşı çalarken karyolandan fırlar, ayağa kalkardın. Kendine gelemediğin için gözlerini açamaz, fakat sol elin yanma yapışık, sağ elin başında, marşı öyle dinlerdin. Okula başladıktan sonra, bundan çok faydalanmıştık. Çünkü, sabah uykusunu çok sever, kendine gelip yataktan bir türlü çıkamaz- dm. İstiklâl Marşı, seni o çok sevdiğin sabah uykusundan koparabilen tek kuvvetti. Marşı, uykulu uykulu, lâkin ciddiyet içinde dinledikten sonra, seni yataktan alırdık. Uyku, böylece yenilmiş olurdu.
O bebeklik çağlarında, sana, oyun saatlerinin dışında bir de ciddi zamanlar bulunduğunu kavratabilmiştik. Ciddi zamanın diğer anlardan farkını, “ciddi zamanda gülünmez!” formülüne bağlamıştık Böyle bir anın geldiğini anlayınca o güzel yüzünü bir ciddiyet havası sarar, mavi gözlerini bir başka mânâ kaplardı. Ciddi kelimesini birinci «i»yi uzatarak ve tek “d” ile söylerdin. Bir gün, böyle bir ciddi anda, sana seslenirken gülen Saime Teyzeni, kaşlarını çatarak ve sesini dikleştirerek :
-Cîdîde gülünmez! diye paylamıştın.
Uykuyu çok sevdiğin halde, geceleri bir türlü yatmak istemezdin. Her gece, uykunun gelip gelmediğini gözlerine sorardık. Annen, maviş gözlerine “menekşe” derdi. Ve sen, gözlerine :
-Menekşe! Uku vâ? diye sorar, birkaç saniye bekledikten sonra :
-Yok diyo! diye bizi kandırmaya çalışırdın. Bu soru birkaç kere sorulduktan sonradır ki menekşeler uykunun geldiğini söylerlerdi.
Çok sevdiğin ve seni oyalayan şeyler arasında kalemle kâğıt başta gelirdi. Kaleme “gagişi” derdin. Bazı sıkışık günlerde annenle birlikte liseye gitmek zorunda kalınca, o zaman Çelikel Lisesi’nin müdürü bulunan Osman Faruk Bey seni odasında misafir eder, bir iki kâğıt ile bir gagişi, bebek Afşın’ın uzun zaman oyalanmasını sağlardı.
Apartmanımızın karşısındaki küçük bir evde oturan bir ailenin, o zamanlar ilkokul öğrencisi olan Melâhat adlı güzel bir kızı vardı. Bu kız, kapısının önüne çıktığı zamanlar sen de pencereden ayrılmaz, hep ona bakardın. Bebek kalbinde neler duyardın, bilmiyorum, ama :
-Şu Melâhat da ne kadar çirkin kız! filân gibi yerici bir söz söyleyince kızar, aksini savunur, hattâ bazan ağlardın.
Ben, E.K.İ. de çalışmaya başlayınca, seni evde bakıcılar eline bırakmaya mecbur kalmıştık. İlk bakıcın, sana her sabah süt getiren bir genç kızdı. Bizim dairenin, apartmanm ön cephesini boydan boya kaplayan, fakat parmaklıksız bir balkonu vardı. Balkonun kapısını asla açmamasını, kıza, sıkı sıkıya tenbih etmiştik. Fakat bir gün kız, bir şey silkelemek için balkona çıkmış. Kapıyı açık bulunca sen de çıkıp, kız işini bitirinceye kadar o parmaklıksız balkonda dolaşıp durmuşsun. Akşam, bunu komşulardan öğrendiğimiz zaman nasıl üzülmüştük ve günlerce nasıl uykumuz kaçmıştı!
İşte, 1950 ye kadar olan yılların sana ait safhasından bir avuç dağınık hâtıra Afşın..
***
Senin, annenin karnında başlayıp bütün bebeklik yıllarını da kaplayan sıkıntı ve ıstırapların kaynağı olan şeflik sistemi, o yılın 14 mayısında yıkıldı. Milletin reyi ile alman bu netice, o zalimlerin ve o insan hakları düşmanlarının hak ettikleri cezaların en hafifi idi.
1950, bizim ailemiz için de mühimdi Afşın. Çünkü o yılın sonbaharında sen ilkokula başlıyordun, ben de yeniden öğretmenliğe dönüyordum. 1944 te, Hasan Âli’nin, şeflik sisteminden gelen kuvvetine boyun eğerek beni hocalıktan uzaklaştıranlar, altı yıl sonra bir başka bakanın millî iradeye dayanan kuvveti önünde eski kararlarını kendi elleriyle yırtıyor, yani tükürdüklerini yalıyorlardı. Bunu yapanlar, şeflik sisteminin kalbur üstü adamları idi.
Zonguldak 30 Ağustos İlkokulu’nun, teneffüslerde bahçede en çok koşan öğrencisi sendin. Sınıf öğretmeninle her konuşmamızda, senin teneffüs saatlerindeki maceralarını dinlerdik. Fakat sade dinlemekle kalmaz, evde olduğumuz zamanlar, okulunuzun bahçesine bakan balkonumuzdan, senin bir an durmadan oradan oraya nasıl coştuğunu gözlerimizle de görürdük. Kırmızı golf pantolonun seni, gözlerimizle hemen yakalamamıza yardım ederdi. Koşar, koşar, koşardın.
İlk günlerde dersler seni pek sarmamıştı. Çünkü, öğretmenin öğretmeye çalıştığı şeyleri biliyor, bildiğin için de ilgi duymuyordun. Yalnız, ilgi duymayışını ifade tarzın iyi değildi. Tahtaya ve öğretmene arkanı dönerek oturuyor, başka şeylerle meşgul oluyordun. Öğretmenin, niçin arkanı döndüğünü sorunca da :
-Ben onları biliyorum! diyordun. Fakat haftalar, aylar geçip de bilmediğin konularla karşılaşınca, bir daha bu uygunsuzluğu yapmadın.
Öğretmenini seviyordun. Bir gün ayakkabısının eskiliği dikkatini çekmiş de bunu evde bize üzülerek söylemiş, hattâ kendisine ayakkabı almamızı istemiştin.
Okuldan döndüğün günlerden birisinde :
-Anneciğim! Bizim öğretmen de amma aptalmış! demiş ve bizi hayretler içinde bırakan bu hükmün dayandığı sebebi anlatmıştın :
-Dün postaya mektup götürmüş. On kuruş vermiş. Mektup on beş kuruşa gittiği için postacı parayı tamamlamasını söylemiş. Daha kaç kuruş vereceğini bilmiyor da hep bizden sorup durdu.
Bunun, size çıkartmayı öğretmek için başvurulmuş bir oyun olduğunu anlayınca ne kadar gülmüştük
Ders yılı sonu böyle geldi. Karne aldığın günü, neticeyi bildiğimiz halde, yine de yolunu dört gözle beklemiştik. Çocuklar, ellerinde karneler, koşuyor, bağırıyor, çağırıyorlar, birbirlerinin numaralarına bakıyorlardı. Sense o heyecan havasının tamamen dışında idin. Sanki o yüzlerce çocuktan biri değilmişsin gibi hiçbir şeyle ilgilenmiyor, okul bahçesinde bütün bir yıl koşan çocuk ağır aksak bir tempo ile yürüyor, bir türlü eve gelemiyordun.
Hayatının ilk ders yılım böyle bitirmiş ve birinci sınıftan ikinci sınıfa böyle geçmiştin, Afşın..
Yorumlar