Sevgili Afşın,
1950 -1951 ders yılı sonunda, sebepsiz yere ve âniden Edirne’ye nakledildim. Bu nakil, maarifteki milliyetçilik düşmanlarının bize oynadıkları oyunlardan birisiydi. Asıl sebep de, Zonguldak Komünizmle Mücadele Derneği’nde bir iki arkadaşla birlikte gösterdiğim faaliyetti. .
Zonguldak, bir işçi şehri olması dolayısıyle kızılların ihmal edemiyecekleri bir yerdi. Bizim orada bulunduğumuz yıllarda, ortalıkta irili ufaklı bir hayli solak vardı. Bunlar yerli gazetelere de sızmışlardı. Zonguldak Komünizmle Mücadele Demeği’nin çıkardığı dergi ve yayınladığı broşürlerin hazırlanmasında büyük emeğim bulunduğu için bana düşmanlıkları büyüktü. Lisede bazı öğrencilerle bazı öğretmenler ve idareciler arasında geçen hâdiseler dolayısıyle yerli gazetelerde yazılar yazılmaya başlanınca, kızıllar, bunu fırsat bilerek benim adımı da hâdiseye karıştırdılar ve aleyhimde uzun zaman yazılar yazdılar. Maksat, başka bir vilâyete naklimi sağlamaktı. Bu suretle Komünizmle Mücadele Derneğinin çalışmaları bal- talanacaktı.
Bu oyun başarıyle sona erdi. Fakat Çelikel Lisesi’ndeki hâdiseleri inceleyen müfettişlerin hazırladıkları rapor üzerine bakanlığın inzibat komisyonunun verdiği karar, benim naklimin nasıl mânâsız ve gülünç olduğunu ortaya koymuştu. Çünkü hâdiseye adı karışmış hemen hemen herkese birtakım cezalar verilmiş, sadece «Nejdet Sançar hakkında bir işlem yapılmasına lüzum görülmemiş» ti.
İlkokulun ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarını, Türkiye’nin bu tarihî şehrinde okuman, işte bu oyunun neticesi oldu.
Edirne’deki yılların düzenli ve tertipli bir öğrenci olma vasfım geliştirdi. Eve gelince ilk işin günlük vazifelerini yapmak olurdu. Çok güzel, temiz, çok itinalı vazife yapardın. Seni evde ve evin sana yetecek kadar büyük olan bahçesinde oynatır, sokağa bırakmazdık. Sokakta oynayan çocukları pencereden seyrettiğin zamanlar olur, fakat aralarına katılmak için bir istek göstermezdin.
Güzel huylarının içinde bizi en çok memnun eden yalan söylemeyişin idi. Herhangi bir çocukluk kabahati yaparsan, onu, hem annenin, hem de benim muhakkak öğrenmemizi isterdin. Böyle bir kabahat, benim evde olmadığım zamanlarda yapılırsa, anneciğinin ilk vazifesi, onu bana hemen söylemekti. Annen unutur veya söylemekte gecikirse, hemen hatırlatırdın.
Edirne’deki en çetin yılın, dördüncü sınıfta okuduğun son senen oldu. Ben, kışın ağzında, Çanakkale’ye sürülmek istenip de sonradan Ankara’ya naklolununca, o yılın beş altı ayını yalnız geçirdiniz. Mektuplarımda, bana ait vazifelerin bir kısmını senin yapman ve anneni hiç üzmemen lâzım geldiğini yazdığım için, bir sorumluluk duygusu kazanmıştın. Annene yardım ediyor, hattâ bir ara bir tabldottan yediğiniz yemeği her gün sefer tası ile sen alıp eve getiriyordun.
1954 yazından sonra Ankara yılların başladı. İlkokulu Namık Kemal İlkokulu’nda bitirdin ve aynı okulun orta kısmına geçtin.
Millî ruhun ilk belirtileri, orta okulun birinci ve ikinci sınıflarında görülmeye başladı. Bunda, bizdeki toplantılarda kulak misafiri olduğun konuşmaların tesiri bulunduğunu sanıyorum. Artık sınıfta, çeşitli derslerde geçen konuşmaları bu açıdan değerlendirebiliyordun. Türkçe dersinde övülen bazı şahısların veya fikirlerin, din dersinde yerilmesinin sebebini anlayabiliyor ve bu görüş farkını çok güzel ifade ediyordun.
Fakat millî ruhunun bir volkan gibi parlaması, Londra’da bulunduğumuz bir yıl içinde oldu.
O yıl, Namık Kemal Ortaokulu’nun son sınıfında idin. Ama, ancak bir buçuk ay kadar derslere girebildin. O ders yılının geri kalan ayları Londra’nın bir okulunda geçti.
Bu okul, senin hem İngilizcenin ilerlemesini, hem de millî şuurunun bilenmesini sağladı.
O yıl, Kıbrıs dâvâsı en ateşli devrini yaşamakta idi. Gittiğin okulda bir hayli Kıbrıslı Rum çocuğu vardı. Siz, Türk olarak, üç kişiydiniz. Rum çocukları, muhakkak ki evlerinden aldıkları rumluk ruhu ve telkiniyle, her fırsatta sizlere sataşıyor ve sık sık da saldırıyorlardı. Hemen her gün dövüşüyordunuz. Diğer iki Türk çocuğu senden hayli küçük oldukları için döğüşlerde yükün çoğu senin omuzlarına yükleniyordu. Rum çocuklarının sayıca çokluğu, bu döğüşlerde sizin üstünlük sağlamanıza engel oluyordu. Fakat her döğüş, senin Türklük şuurunu biraz daha kuvvetlendiriyordu. Hele işe Rum kızlarının da katılmaları ve hiçbir şey yapamasalar sizin saçlarınızı çekmek suretiyle erkek soydaşlarına yardıma çalışmaları, senin milliyet meselesinde hükme varmanı kolaylaştırıyordu.
Londra’da bulunan Kıbrıslı Türklerin tertip ettikleri ve bizim de katıldığımız gösteride :
-Partition! Partition! diye ençok bağıranlardan birisi de onun için sen oldun.
Türkiye’deki uzun yıllar içinde ne okulların, ne de toplumun sana veremediği millî terbiyeyi, Londra’daki «hayat gerçeği» kısa bir zamanda vermişti.
Sınıf öğretmenin mutaassıp bir İngilizdi. Okula geç başladığın halde İngilizcenin az zamanda büyük gelişme göster meşinden dolayı seni beğeniyor, fakat sevemiyordu. Çünkü diğer müslüman çocuklarıyle birlikte sana da yapmak istediği dinî telkinlere karşı koyuyordun. Dinî törenler için herkese dağıtılan İncil ve dua kitaplarını yalnız sen kabul etmiyordun. Okulun kilisesine yalnız sen gitmiyordun. Dua sırasında ellerini yapıştırarak gözlerini kapamayı yalnız sen reddediyordun.
O zamana kadar, o mutaassıp İngiliz, kim bilir ne kadar müslüman çocuğuna bu hıristiyanlık geleneklerini yaptırtmış- tı. Fakat şimdi karşısında bulunan 14 yaşında bir çocuk, bîr Türk çocuğu, bütün gayretlerine, hattâ hileye başvurmasına rağmen, diretiyordu.
Okulda, Tanrı’nın günü, İsa’nın hayatının anlatılması ve tarih derslerinde de hep İngiliz kıral ve kıraliçelerinden söz edilmesi üzerinde menfi tesir bırakıyordu. Kafanda, bizim okullarımızla mukayeseler yapıyordun. Bir gün :
-Ben, kendi peygamberimizin hayatını bilmiyorum ama İsa’nınkini iyice öğrendim! diye şikâyette bulunmuştun.
Okul dönüşlerinde bize günlük «vukuat»ı anlattıkça, annen ve baban olarak nekadar gururlanırdık..
Ve yılların kaşarlandırdığı mutaassıp İngiliz öğretmeniyle sen gencecik Türk çocuğunun mücadelesi, bir ders yılı böyle- ce devam etti. Mutaassıp ve mağrur İngiliz öğretmeninin, senin Türklük gururunu kırabilmek, seni kendi geleneğince dua ettirebilmek, sana hıristiyanlık sevgisi aşılayabilmek için yaptığı bütün gayretler, tenezzül ettiği bütün hileler boşa çıktı.
Öğretmen bazan :
-Dua kitabını eline al da dua etme! diyordu. Bunu yaptıramayınca :
-Eline kitap almadan aramıza katıl! diyordu. Birkaç kere de :
-Ellerini birbirine yaptıştır, gözlerini kapa da, Tanrı’ya kendi dilinle dua et!
diye teklif etmişti. Bütün bir yıl süren bu tekliflere, bütün bir ders yılı yapılan bu ısrarlara, senin cevabın, İngilizlerin çok kullandıkları şu tek kelime oluyordu :
-No!.
Okuldaki mücadelen, sana Yunanlılar ve İngilizler hakkında not verdirmişti. Onlar mücadeleyi sayı ve mevki üstünlüğüne dayanarak yürütüyorlardı. Sen sayı üstünlüğüne yumruğunla, mevki üstünlüğüne ise azim ve cesaretinle karşı koyuyordun. Fakat bununla yetinmeyip onlara zarar getireceğine inandığın çarelere de baş vuruyordun.
Rum çocuklarına zarar vermeyi yemek işinde bulmuştun:
İngiliz okullarında küçük bir ücret karşılığında öğrencilere öğle yemeği, süt ve vitamin verme usulü vardı. Yemek ve süt, öğrenci sayısından bir mikdar fazla getirildiği için, hakkını kullananlardan isteyenlere birer tabak yemek ve birer şişe süt daha verilirdi. Sen, sütü hiç sevmeyen, hattâ sütten tiksinen ve yemeği de bebekliğinden beri çok güç yiyen Afşın, İngiliz okulunda âdeta oburlaşmıştm. Hemen her gün, yemeği herkesten önce bitiriyor ve tabağını ikinci defa doldurtuyordun. O tiksindiğin sütün ikinci şişesini içebilmek için başkalarıyle yarışıyordun. Seni böyle sunî bir obur yapan millî bir gayretti. Kendi kendine hesaplamıştın ki, eğer sen, o bir tabak fazla yemeği yemez ve o ikinci süt şişesini midene boşaltmazsan, o gıdalar bir Rum çocuğunun kursağına gidecekti. Çok defa mideni bulandıran ve seni hayli rahatsız eden ikinci tabağa ve şişeye işte bu gayretle tahammül ediyordun. Bunu diğer Türk çocuklarıyle Rum olmayan arkadaşlarına da yaptırıyordun. Akşamları, pansiyonumuzun kapısından içeri girince, verdiğin müjdeler arasında, o gün düşmanlara kaptırmadığın yemeklerle sütlerin hesabı başta bulunuyordu.
İngilızlere zarar vermeyi ise, bilhassa, yaya geçitlerinde otobüsleri ve otomobilleri durdurmakta bulmuştun :
Londra’nın ana caddelerinde yaya geçitleri çok sıktı ve her geçitin başında, vasıtalara «dur!» işaretini verecek düğmeler vardı. Yolcular, bu düğmelere basmak suretiyle, vasıtaları durdurmak ve karşıya geçmek imkânına sahiptiler. Bizim, derslerine devam ettiğimiz yaşlı bir İngiliz öğretmeni, vasıtaların, bu yaya geçitlerindeki durup beklemelerinin İngiltere’ye çok büyük para kaybına sebep olduğunu söylemişti. İşte sen, öğretmeninin sana yaptığı o mânâsız baskının öcünü, İngiliz petrollerini lüzumsuz yere biraz daha fazla yaktırarak almakta bulmuştun. Okul dönüşlerinde otobüse binmez, geçitlerde düğmeye basmak suretiyle sık sık karşı kaldırıma geçer, kırmızı lâmbalar sönüp de yol açılıncaya kadar dizilen otomobil ve otobüsleri zevkle seyrederdin.
Yorumlar