Afşın’a Mektuplar – 7

Sevgili Afşın,

Okullar açılmıştı ve sen Gazi Lisesi’nin onuncu sınıfına devama başlamıştın. Evvelki yıllarda olduğu gibi kitapların, defterlerin bezler ile kaplanmış, kalemlerin ve kâğıtların alın­mıştı. Okul malzemeni kitaplığının bir gözüne büyük bir itina ile yerleştirmiştin. Bizi bekleyen, bize adım adım yaklaşan bü­yük felâketten habersiz, birbirine çok benzeyen sakin günleri­mizi yaşayıp gidiyorduk.

1960 Ekiminin ilk günlerinden bir pazardı. 19 Mayıs sıtadyumundaki bir maçtan hava kararırken dönmüştün. Bir keyif­siz halin vardı. Yemeğe oturacağımız zaman bu keyifsizliğin arttı. Ateşin yükseldi. Üşümüş olduğunu sanarak seni yatağa yatırdık. Ertesi gün ateşin devam etti. O sıralarda ortalıkta tifo vardı. Ondan ürkerek doktor çağırdık. Gelen bir dahiliyeci idi. Kesin bir şey söyleyemedi ama, arkadaşı olan Tıp Fakülte­si intaniye doçentinin görmesini tavsiye etti. Birlikte geldiler ve muayeneden sonra tifo olduğuna karar verdiler.

Bu, senin doktorlarla, ciddî bir şekilde, ikinci defa karşı karşıya gelişindi.

İlk karşılaşman 1957 yazında olmuştu. Ortaokulun üçün­cü sınıfına geçtiğin yazdı. Arkadaşlarınla oynarken, apartma­nın kömürlüklerinin üstünden yere düşmüş ve sağ kolunu kırmıştın. Kırık, omuzda olduğundan tedavisi biraz güçtü. Se­ni, Askerî Gülhane’ye götürmüştük. Orada bir müddet yatman gerekmiş ve evden bu ilk ayrılığın on beş gün kadar sürmüştü.

Seni hastahanede bırakıp da gece yarısı eve döndüğümüz ilk gün, annen ile ne kadar üzülmüştük. Ev, bize bomboş, hattâ mânâsız gelmişti. Ama mühim olan senin kolunu yeniden kazanmandı. Buna katlanmaya mecburduk.

Fakat Askerî Gülhane’de yattığın günler geçip gittikçe bu­nun hayli güç olacağını anlamaya başladık. Kolunu askıya al­mışlardı. Sabah ve akşam, sana her gelişimde, asma şeklinin değiştirildiğini görüyordum. Çünkü, vizite sırasında, her dok­tor, kendisinden öncekinin uygun bulduğu şekli beğenmiyor, kolunu başka bir şekilde astırıyordu. Hattâ kolunu çekecek olan ağırlık bile sık sık değiştiriliyordu. Bu yüzden de bir iler­leme olmuyordu.

«Sade ben bilirim!» hastalığının neticesi olan bu tıbbî lâübalilik on gün kadar devam etti. Askerî Gülhane’de sıtaj ya­pan eski talebelerimizle karşılaşmıştık. Duruma çok üzülüyor­lardı. Fakat rütbe dolayısıyle müdahalede bulunamıyorlardı. Onların tavsiyelerine de uyarak, iş büsbütün sarpa sarmadan seni hastahaneden çıkarmaya karar verdik. Fakat:

-Olmaz! Çıkaramazsınız. diyorlardı.

-Hastahaneden çıkmak ancak tıbbın müsaadesiyle olur! diye ilâve ediyorlardı.

Bir gün, ufak rütbeli birkaç doktorla sert bir tartışma yaptım. Talebelerimiz olan asistanlardan öğrendiğim aksaklık­ları birer birer ortaya koyunca bana hak vermek zorunda kal­dılar. Ama, usul gereğince, hastanın çıkmasının imkânsızlığını ilâve etmekten de geri kalmadılar. Nihayet, baş asistan vasıtasıyle, kapısında «DOÇENT» yazılı bir odaya götürüldüm. Ora­daki söz sahibi doktor, İstanbul Lisesi’nden tanıdığım çıktı da seni Askerî Gülhane’den böylece kurtardık. Sonrası hiç de güç olmadı. Operatör Orhan Bumin Bey, büyük bir maharetle ke­miklerini yerli yerine getirip kolunu alçıya koydu. Alçıdan son­ra da Tıp Fakültesi Fizik Tedavi Kliniği’nde bir müddet fizik tedavi görerek koluna kavuştun.

Fakat bu defa iş daha ciddî idi. Çünkü sonunda sadece bir uzvun değil, hayatın bahis konusu idi.

Hastalığının tifo olduğu anlaşılınca, yeni ilâçlarla tedavi­ne başladık. Ateşin çok yüksek seyrediyordu. Doğrusu çok en­dişe ediyorduk. Doktor sık sık durumunu gözden geçiriyordu. Sana en yeni gıda rejimini tatbik ediyordu. Köfte, pirzola ve­riyordu. Bize, eski kılâsik rejime uymadan bir zarar gelmeye­ceğini söyleyenler az değildi. Fakat biz ilme (!) saygı gösteri­yor, Ankara Tıp Fakültesi doçentinin şahsında ilmin son sözü­ne uyuyorduk!

Ay sonuna doğru iyileştin. Evin içinde dolaşabiliyordun. Doçentin tavsiye ettiği bir lâboratuvarda yapılan kan muaye­nen de müsbet çıktı. Hastalığı atlattığın müjdelendi ve okula başlayabileceğin söylendi.

28 Ekim günü okula başladın. Fakat akşam ateşin yüksel­di. Ertesi sabah durumu doktora bildirdik.

Yüksek ateşle yattığın o ilk günlerde, doktor, ayağa kalk­tıktan sonra çok dikkat etmeni, hastalık yenilerse daha çok sarsacağını sık sık söylerdi. Onun için, bu yeni ateşin tifo nüksü olduğunu düşünerek çok üzülüyorduk. Fakat doktor gelip seni muayene ettikten sonra :

-Grip! dedi. Ve grip tedavisine başladık. İki gün süren grip te­davisi ateşi düşürmeyince, doçent uyandı. Hastalığın tifo nük­sü olduğuna karar verdi ve yeniden tifo ilâçlarına sarıldık.

Fakat bizim, büyük felâketin eşiğinde olduğumuzdan ha­berimiz yoktu, ilkinde olduğu gibi, bu sefer de, ilâçlarla ayağa kalkacağını sanıyorduk. Ateşinin, ilk seferkinde olduğu gibi, 40’ın üstünde olmayışı da bize kuvvet veriyordu.

1 Kasım Salı günü akşamı, doktor yine geldi. Muayeneden sonra hayli oturdu. Hastalıkta olağanüstü bir durum görmü­yordu. Belki oturup gevezelik etmesinin sebebi de buydu.

Ben o gece Türk Kültür Derneği’nde bir toplantıya gide­cektim. Doktorun fazla oturması beni geciktirmişti. Toplantı­ya geç gittim ve bu yüzden de gece yarısına doğru dönebildim.

Sizi uyandırmamak düşüncesiyle kapıyı çok yavaş açıp içeri girdiğim zaman senin sesini duydum. Yatak odanın lâm­bası yanıyordu ve durmadan konuşuyordun. Annen yatak oda­mızda ve yatakta idi.

Durumu birkaç saniye içinde öğrendim: Yatma zamanı­nız gelince, sen, abuk sabuk konuşmaya başlamışsın. Annen ya­nına gelince, uykudan kalmaması için yatmasını söylüyor, fa­kat yalnız kalınca yine mânâsız konuşmalara başlıyormuşsun. Başında durmak isteyen anneni ille yatırmak için de:

-Eğer siz yatmazsanız ben öleyim! demişsin. Mecburen yatağa giren annen, dört gözle be­nim gelmemi beklemekte imiş..

Yatağına oturup belki sakinleşir ve uyursun diye bir müd­det bekledim. Lâkin bu, boşuna bir bekleyiş oldu. Bir iki sa­niye sussan, birkaç dakika durmadan konuşuyordun. Birbiriyle bağı olmayan sözler söylüyordun. Daha çok kulüp arkadaşla­rının adını tekrarlıyor, bazan hayalî bir maç oynuyordun.

-Oğlum! Niye böyle şeyler söylüyorsun? deyince bir an kendine geliyor, kısa bir zaman tabii ko­nuşuyor, fakat sonra yine abuk sabuk lâflara başlıyordun.

Dehşete kapılmamak mümkün değildi. Fakat sükûnetimi kaybetmiyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Saat, gece ya­rısını çoktan aşmıştı. O saatte doktora gidilemezdi. Sabahı etmek lâzımdı.

Bu hal, saat ikiye kadar sürdü. Ne yapsam netice alamı­yordum. Gayretlerim seni uyutabilmek düşüncesi üzerinde top­lanmıştı. Uydurma hikâyeler, hattâ masallar anlatıyordum. Ba­zan bir iki dakika dalıyor, ama uyanınca yine mânâsız lâflara başlıyordun.

Hayalindeki futbol maçı, fasılalarla, devam ediyordu. Sık sık arkadaşlarına bağırıyordun. Arkadaşlarının o anda evlerin­de ve uykuda olduğunu söyleyince de gülüyor, hepsinin yanı­mızda bulunduğu cevabını veriyordun.

-Bak ! Odada bir sen varsın, bir de ben varım! deyince, yine gülümsüyor, arkadaşlarının bazan kapının arkasında, bazan da dolabın içinde olduğunu söylüyordun.

Düşündüğüm ve düşünebildiğim bütün tedbirler boşa gi­diyordu. Hep futbol ile uğraştığını görünce, dikkatini bu ko­nu üzerinde toplamayı düşündüm. Fenerbahçe’den söz açtım. O günkü Fener’den başlayıp yıllarca öncesine kadar uzandım. Ve dikkatini bu konu üzerinde toplayabildim. Seyrettiğim ve­ya oynadığım maçlardan hikâyeler anlatıyordum. Birinci ta­kımda ilk oynadığım maçta dizimle attığım gol, eskiden oldu­ğu gibi, seni yine sardı. Böyle tatlı gol hikâyelerinden sonra, sana, sorular da soruyordum. Aklı başında cevaplar veriyordun. Bazan sen de sorular soruyordun.

İki saattan fazla süren Fenerbahçe hikâyeleri seni tama­men kendine getirmişti. Bir ara, arkadaşlarının kapı arkasın­da veya dolabın içinde olduğu yolundaki sözlerini hatırlattım. Güldün :

-Onlar şakaydı babacığım! dedin. Fakat hiç de şaka değildi. Biraz dalar gibi olup da sonra uyanınca yeniden sayıklamaya başlaman bunu gösteri­yordu.

Sabahı böyle ettik ve erken saatte doktora durumu bil­dirdim. İntaniye doçenti, arkadaşı olan bir asabiye doçenti ile birlikte geldi. İki doçent seni uzun uzun muayene edip duru­munu enine boyuna muhakeme ettikten sonra, korkulacak bir şey olmadığına karar verdiler. Asabiye doçenti seninle konu­şurken, uzak ve yakın geçmişe ait sorduğu sorulara çok ma­kul cevaplar vermiştin. Bir gece önceki abuk sabuk lâfların, şiddetli ateşin neticesi olduğunu söylediler. Doçent, kendisinin de çocukluğunda böyle ateşli bir hastalık sırasında deliler gibi saçma sapan sözler söylediğini anlattı.

Bu sırada senin tabii halini almış olman da bizi biraz rahat ettirmişti. Ankara Tıp Fakültesi’nin iki doçenti tehlikeli bir durum olmadığını söylüyorlardı. İlmin bu hükmünden şüphe etmeye lüzum var mıydı?

Tifo tedavisine devam kararlaştırıldı. Ancak, ateş düşün­ceye kadar sakin kalabilmen için de, ne olduğunu şu dakika­da hatırlayamadığım bir iğne verildi. Bu iğne damardan yapıla­caktı. Başında daimî olarak birisinin bulunması da tavsiye edildi.

Hemen yaptırdığımız ilk iğne dalmanı sağladı. Uyudun. Bu uykunun, ebedî uykuya bir başlangıç olduğunu henüz bile­miyorduk.

O geceyi sabaha kadar başında bekleyerek geçirdim. Dok­torların tahmin ettikleri gibi bir hareket göstermedin. Kendin­den geçmiş olarak uyudun. Sükûna kavuşturmak için yapı­lan iğne, seni, âdeta, ölümün kucağına atmıştı. O kadar ki, er­tesi sabah ikinci iğne yapılırken dahi kendine gelemedin. Bu iğneden sonra ise kendini büsbütün kaybettin.

O akşam gelen intaniye doçenti, serum vermek için hastahaneye kaldırılmanın gerektiğini söyledi. Hastahaneye kal­dırılmanın da bir tehlikeden değil, bu iş için gerekli aletlerin ancak hastahanede bulunmasından ileri geldiğini ilâve etti. Fakat buna inanmak imkânsızdı. Artık yuvamızın üstünde ölüm çanları çalmaya başlamıştı.

Annenle göz göze gelmekten âdeta korkuyorduk. Konuş­maktan da çekiniyorduk. Şuursuz hareketlerle çarşaf, yastık kılıfı gibi şeyleri bir valize doldurmaya başlamıştık.

Kafamda korkunç sorular birbirini kovalıyor, beynimde baykuşlar ötüşüyordu.

Tıp Fakültesi’nin sıhhî imdat arabası gelince seni kaldı­rıp hazırlamaya, giydirmeye başladık. O kadar harekete rağ­men, tamamen kendine gelemiyordun. Hazırlıklar tamam olun­ca seni arabanın sedyesine yatırdık. Şöför, bağlanacak yerleri bağladı. Bir ucundan o tuttu, bir ucundan ben tuttum. Kapı­dan çıktık. Annen, daha önceden hazırladığı suyu, kapıdan döktü. Merdivenleri yavaş yavaş inmeye başladık. Bu sırada sen. gözlerini açıp, kapıya dikkatli dikkatli bakmışsın. Ben, düşmemek için önüme bakmakta olduğum için bunu fark et­medim. Annen, bunu, bir vedâ bakışı gibi mânâlandırmış ve göz yaşlarını tutamamıştı.

Apartmanm üç kat merdivenini bir cenaze götürme yavaş­lığı ile indik. Arabaya yerleşip yola koyulduk.

Ne olduğunu anlamak için etrafı süzüyordun. Araba yol­culuğunu çok sevdiğin için, sana bu konuda sorular sormaya başlamıştım. İlgileniyor, hattâ cevaplar veriyordun. İhtimal, bu gidişi, yaptığın yüzlerce araba yolculuğundan biri sanıyor­dun. Halbuki bu gidiş, başka gidişti. Annenin, babanın yanın­da ölüme doğru gidiyordun.

Tıp Fakültesine böyle geldik ve İntaniye Servisinde iki yataklı bir odaya böyle girip yerleştik!

Yorum yaz

Yorumlar

  1. Henüz yorum eklenmedi.