Sevgili Afşın,
Ankara Tıp Fakültesi İntaniye Servisi’ne 3 Kasım Perşembe gecesi geldik. Seni, son saatlerini geçireceğin iki karyolalı odadaki yataklardan birisine yatırdığımız zaman, saat gece yarısına yaklaşmıştı.
Burası Tıp Fakültesi idi. Yani şifa veren, hayat kazandıran bir müessese.. Ve biz buraya şifa ve hayat elde etmek için gelmiştik. Fakat, geldiğimiz geceden çıktığımız saate kadar geçen kısa müddet içinde anladık ki, burası sadece isim olarak bir tıp fakültesi servisidir. Burada tıp da, doktor da, insanlık da sadece bir lâftır.
Sana serum yapılacak aletin, başka bir servisten İntaniye’ye getirilmesi için bizden para istediler. Kaloriferleri yanmayan soğuk binanın içinde bu peşin para isteği, bizim için ilk soğuk duş oldu. Fakültenin bir bölümünden bir başkasına bir alet gelmesi için neden paraya ihtiyaç vardı? Var idiyse bu paranın peşin istenmesinin sebebi neydi? İşimiz bitince kimseye görünmeden kaçıp gidecek mi idik? Yahut cebimizde o kadar para bulunmasaydı, serum yapılmayacak mıydı?
Peşin parayla gelen bu alet de hayli külüstür bir şeydi. Serumun, damarlarına, dakikada belirli bir mikdar verilmesi lâzımdı. Fakat, külüstür alet ile, o belirli mikdarı ayarlamak mümkün olmuyordu. Damla sayısı ya çok artıyor, ya da çok azalıyordu. Doktorun biri gidiyor, bir başkası geliyor, fakat işi düzene sokmak imkânı elde edilemiyordu. Nihayet, serum şişesinin ağzını alete bağlayan plâstik kısmın bir yeri, annenin bir pensiyle sıkıştırılıp, tıbbın emri ( !) olan mikdara en yakın bir damla sayısı elde edildi.
Serum hayli uzun sürmüştü. Artık sabahı edip viziteyi beklemekten başka yapılacak bir işimiz yoktu.
Soğuk odanın o soğuk havasına dayanabilmek için, insanın taş olması lazımdı. Herhalde taşlaşmıştık ki, dayanabiliyorduk
Serum sırasında, sana en küçük bir yardımda bulunabilmek için çırpınan annen, sabahı senin yanında etmek istiyordu. Anneciğini, öteki yatakta bir iki saat uyumaya razı edebilmek için akla karayı seçtim.
Duygularını saklayamayan annenin endişesi, gözlerinden okunuyordu. Ben ne haldeydim, bilmiyorum ama, anneciğin bana o haliyle de kuvvet vermeye çalışıyordu. Son iki gece hiç uyumadığımdan, o gece bir iki saat kestirmem için ısrar ediyor, bekleme sırasının kendisinde olduğunu söylüyordu.
O berbat geceyi tam bir perişanlık içinde geçirdik. Sanki daha evvelki iki geceyi bir saniye dahi uyumadan geçiren ben değildim. Gözlerim sende, hareketlerini takip ediyordum. Sağ kolunu sık sık ileri uzatıyor, sanki bir şeyi tutmak için uğraşıyordun. Fakat kolunun ileri uzatılırken de, geri çekilirken de daimî şekilde titremesi içimi burkuyordu. O, benim iki elle ancak kaldırdığım bisikleti, tek elle yerden kesip apartmanın üç kat merdivenini koşar adım çıkartan sağlam kol, bu hale mi gelecekti?
Ara sıra yataktan kalkmak için davranıyordun. Bazan sözle, bazan da elimle hareketini önlüyordum.
Kâinattaki milyonla geceden biri daha böyle sona erdi.
4 Kasım Cuma sabahı, bir gece evvelki kepazelik içinde, seruma devam edildi. Kalbinin zayıflığını, İntaniye Doçenti, evdeki tedavi sırasında öğrenmişti. Bir kalb takviye ilâcı söylemiş olacak ki, asistanlardan biri, elinde bir şişeyle geldi. Bir fincana, tentürdiyot rengindeki bir ilâçtan yirmi damla konup sana içirilecekti. Ancak, Tıp Fakültesi İntaniye Servisi’nde bir damlalık bulmak mümkün olmadı. Asistan Bey, şişenin ağzına bir kibrit çöpü sokmak suretiyle ilâcı fincana aktardı. Bu işi yavaş yapsa, belki damlaları kontrol altında bulundurmak ve saymak mümkün olabilirdi. Fakat aktarma işini o kadar hızlı yaptı ki, damla sayısı yirmiyi çok aştı. Biraz sonra gelen Doçent, ilâcın yirmi damla verildiğini öğrenince:
-Çok olmuş! dedi. Halbuki sana verilen bu çoktan da çoktu.
Bir şey yiyecek halin yoktu. Hattâ artık tifo ilâçlarını da yutamıyordun. İğneyle damarlarına zerketmek mecburiyeti hâsıl olmuştu. Başka iğneler de yapıyorlardı. Rahatsız oluyor, hattâ bazan bağırıyordun. Fakat ne yapabilirdik?
Akşam, büyük bir zorlukla bir şişe süt bulabilmiş ve birazını sana kaşıkla içirebilmiştik. Buz dolabına götürülen şişeyi, ertesi sabah yerinde bulamadık. Evet, Türkiye Cumhuriyeti Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin İntaniye Servisi’nde, yarım şişe süt, uçup gitmişti. Ve ölümle pençeleşen bir yavrunun tek gıdası olan bir bardak sütü çalan vicdansızın kim olduğu da ortaya çıkarılamadı.
Öğleye doğru durumun hayli ağırlaşmıştı. İnsan hayatının o büyük kuvveti ümit, artık bizim için bir dayanak olmaktan çıkmış gibiydi. Gözlerimizin önünde yavaş yavaş eriyordun. Ve biz, büyük bir acz içinde şaşkın şaşkın, durup beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.
Annen, sevgili Reşide, bana kuvvet vermeye çalışıyor :
– İçim yanmıyor Nejdet, inşallah yavrumuz kurtulacak! diyordu.
Evet, ümit ümitti. Tıbbın «yaşamaz!» dediği insanlardan kefeni yırtıp hayata dönenler yok muydu?
Hayatları ümitle geçmiş, yıllarını millî ümitlerle tüketmiş insanların, bütün ümitlerini kaybetmemeleri lâzımdı. Biz de etmiyorduk. Ulu Tanrıya dayanıyorduk. Tanrı’nın, seni bize bağışlaması için yakarıyorduk. Ve Tanrı’nın, hayatları korumakla vazifeli kullarının, kendilerinden şifa bekleyen bir yavruya karşı vicdanları ürperten ilgisizliklerini suratlarına çarpacağına inanıyorduk.
Evet, biz ümitle çırpınıyorduk. Lâkin her geçen dakika ümidimize yeni bir hançer saplıyordu.
Nefes alışın çok sesli bir hale gelmişti. Artık bizi pek tanımıyordun.
-Afşıncığım! diye sana yaklaştığım bir sırada, bana bağırdın. Herhalde beni, iğne yapan veya altını değiştiren ve bu suretle seni rahatsız edenlerden biri sandın.
Bir ara bir şarkı söylemeye başladın. O, titreye titreye ileri geri gidip gelen sağ kolunun eliyle de tempo tutar gibi bir şeyler yapıyordun. Dilin ağır döndüğü için, söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorduk. Acaba ne söylüyordun?
Bu, herhalde bir ölüm şarkısıydı. Yahut bana öyle gelmişti. Çünkü o dakikalarda ölümden başka bir şey düşünemiyordum.
Şarkın sona erince biraz sükûnete vardın. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum, bir ara yatağından şöyle bir doğrulmak istedin. Yavaş yavaş yastığına yatırdım ve yanaklarını hafifçe okşadım. Bana bakıyordun. Acaba beni tanıyor muydun? Sana bir şey söylesem, cevap alacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Ben, seslensem mi, seslenmesem mi diye düşünüp dururken, birden sen bana sesleniverdin :
-Babacığım ! Allaha ısmarladık!.
Bu ne demekti? Acaba biraz önce söylediğin ölüm şarkısının bestesiz son kelimeleri mi idi?
İçimde bir şeylerin koptuğunu, bir şeylerin yıkıldığını hissettim. Artık perde kapanıyor mu idi?
Akşam oluyordu. Evden getirilecek bir iki şey vardı. Karanlık basmadan onları alıp getirmek lâzımdı. Seni anneciğinle başbaşa bırakıp hastahaneden ayrıldım, içim bir eziklik, bir sıkıntı, bir gariplik ile dolu olarak yürüyordum. Fakülte’nin büyük bahçe kapısından çıkıp Dikimevi’ne doğru ilerlerken hep seni, sen talihsiz Afşin’i düşünüyordum. Kafamda sorular birbirini kovalıyordu. Acaba dönünce seni sağ bulamayacak mı idim? O, elini sallayarak söylediğin şarkı ne idi? Niçin bana :
-Babacığım! Allaha ısmarladık!.. demiştin?
Gözlerime dolan yaşlar damla damla yanaklarımdan aşağıya yuvarlanmaya başlamıştı. Gayret ediyor, kendimi sıkıyor, fakat yaşları tutamıyordum. Senin için akan yaşları başkalarına göstermemek için güneş gözlüğümü taktım. Bir otobüsle Sıhhiye’ye geldim. Oradan yavaş yavaş Kızılay’a doğru yürümeye başladım. Cadde çok kalabalıktı. Şehir, her günkü ahengini yaşıyor, insanlar oradan oraya akıp gidiyorlardı. Sen, adı hastahane olan bir yerde ölümle pençeleşiyordun. Anneciğin, baş ucunda, ıstıraplara gömülü, fakat ümitli, seni bize bağışlaması için. Tanrı’ya yalvarıyordu. Ben, bir kara gözlüğün arkasında gizlemeye çalıştığım yaşlarla, bir cenaze arkasından gider gibi ağır ağır yürüyordum. Yolları dolduran bu binlerce insan ise neşe içinde konuşuyor, gülüyor, kahkaha atıyordu.
İçimde ıstırap, acı, nefret ve kin birbirine karışmıştı.
***
Hastahaneye döndüğüm zaman hava çok kararmıştı. Beyaz gömlekli doktorlar odaya girip çıkıyorlardı. Bir ara beyaz gömleklilerin sayısı hayli arttı. İntaniye Doçenti de oradaydı.
-Ne var ? diye sordum. Bağırsağında delinme olup olmadığını tesbit etmek için konsültasyon yapılacağını ve sonra da kan verileceğini öğrendim.
Bir müddet sonra odaya sekiz on kişi doluverdi. Muayenen başladı ve hayli uzun sürdü. Bu işin ustası olduğu anlaşılan bir beyaz gömlekli, karnının çeşitli yerlerini bastıra bastıra muayenesini yapıyor, ara sıra diğerleriyle bir şeyler konuşuyordu. O, başı çeken doktor, muayenenin sonunda :
-Gözünüz aydın! Delinme yok. Bu, çok mühimdir! dedi. Acaba, bu, gerçek bir müjde mi idi?
Sonra o yarım yamalak aletle kan verme işine başlandı.
Serum gibi, bu da rahat olmuyordu. Kan fazla gelince alamıyordun. Kanın geri tepmesi, o hava içinde, hiç de güzel görünmüyordu. Vücudun, kanı kabul edip etmemesinin mühim olduğunu söylemişler ve kanı rahatça alışını hayır saymışlardı.
Fakat kan, damarlarına, gerektiği mikdardan daima fazla veriliyordu.
-Bu, bir mahzur değil mi? diye soruyordum. Ama, doktorlar her şeyin iyisini biliyorlardı. Ve biz, iki zavallı, bekliyor, ümitle bekleyip duruyorduk.
O ümit yok mu? Fırtınadan kudurmuş bir denizde tutunabilecek bir dal parçası bile olsa, ümit, yine ümitti.
Saat gece yansını bulmuştu. Kan verme devam ediyordu. Nefes alışında eskisine göre bir rahatlık meydana gelmişti.
Kan verilmeye başlandıktan sonra İntaniye Doçenti :
-Nejdet Bey! Afşin’i yarın sabah daha iyi bulacaksınız! demişti. Bütün bunlar ümidi arttırıcı şeylerdi.
Saat, gece yarısını geçtikten sonra, bu ümit verici durumu da dikkate alan annen, bana biraz yatağa uzanma teklifinde bulundu. Son üç geceyi hiç uyumadan geçirmiştim. Bu gece, dördüncü olacaktı. Herhalde yorgundum ama, uykum var da sayılamazdı. Uykuyu düşündüğüm de yoktu. Lâkin, dış görünüşündeki iyilik ve Doçent’in sözleri beni bayağı ümitlendirmişti. Annenin ısrarları karşısında, soyunmadan, yatağa uzandım. Bir müddet sonra dalmışım. Bu dalgınlık ne kadar sürdü, bilmiyorum. Annenin :
-Nejdet! Nejdet! Çocuk gidiyor! Kalk! feryadıyle yataktan fırladığım zaman, saat üçü çeyrek geçiyordu.
Şaşkınlıktan açılmış gözlerime ilk çarpan manzara şuydu : Başın hafif sola meyletmiş, ağzın hafif açık ve gözlerin sabit bir noktaya bakmakta..
Deli gibi nöbetçi doktorun odasına koştum. Doktor, bir gün önce akşam üstü, sen ecelle pençeleşirken, bizim kaldığımız odaya çok yakın nöbetçi doktor odasında iki yılışık hemşireyle kahkahalar arasında dalga geçen asistandı. Çok çabuk gelmesini rica ettiğim halde, sanki inadına yapıyormuş gibi, bir manda ağırlığı ile hareket ediyordu. Üstüne atılıp gırtlağını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. Böyle bir hava içinde odaya geldik. Yine çok yavaş bir hareketle kalb dinleme aletini göğsüne koydu. Bir iki saniye durduktan sonra aleti çekti. Aynı soğuk, aynı yavaş hareketle yorganı yüzüne kadar çekti. Sonra hiçbir söz söylemeden odadan çıkıp gitti.
Sen artık yaşamıyordun.
Kâinat başıma yıkılsa böylesine perişan olmazdım.
Anneciğin, sevgili Reşide, bir yandan tekrar tekrar «kelime-i şahadet» getiriyor, diğer taraftan henüz ılıklığını koruyan bacaklarını, ayaklarını okşayıp öperek :
-Yavrum! Afşınım! diye feryat ediyordu.
Tanrı, senin son nefesini verişini bize göstermek istememişti. Üç gece, sabahı gözünü kırpmadan eden babanın, bu dördüncü gece gaflet uykusuna yatmasının sebebi buydu. Saat üçü on geçeye kadar baş ucunda hareketlerini takip eden annen de, o dakikada bir an dalıvermişti. Bir iki dakika sonra kendine geldiği zaman her şey bitmiş bulunuyordu.
Evet, sözle anlatılması mümkün olamayacak kadar korkunç bir gerçek olarak, artık sen yoktun. Ama, bu, düşüncesi dahi insanı kahreden gerçekle karşı karşıya bulunduğum o anda, beni bekleyen bir vazife daha vardı. Döğünen, çaresizlik içinde döğünüp yırtınan, feryat eden anneciğinle meşgul olmak…
O ne korkunç ve çıldırtıcı an ve dakikalardı Afşin.. Odanın bir köşesinde, bir ölüm döşeğinde bir sevgili yavru, henüz pembeliği kaybolmayan, yalnız o gök mavi gözleri bir noktaya dikilip kalmış olarak yatıyor; öteki köşede, ikinci yatakta, hayatta tek varlığı olan yavrusunu kaybetmiş talihsiz bir anne çırpmıyor ve taş kesilmiş bir insan şaşkınlık içinde oradan oraya koşuyor.
Annen odadan çıkmak istemiyordu. Fakat o korkunç gerçek, o kahredici ölüm tablosu ile karşı karşıya durmakta ne fayda vardı?
Reşide’yi odadan çok güç çıkarabildim. Anneciğin, bir yandan sel gibi göz yaşları döküyor, bir yandan da başımıza yıkılmış kâinatın acısıyle, onun kadar acı sözler söylüyordu. Bu sözlerin bir kısmı Ulu Tanrı’ya sitemler, çıkışlardı.
Tanrı, seni bize, ne acı günlerde vermişti. Seni ne acılar, ne sıkıntılar içinde büyütmüştük. Böyle bir yuvanın tek delikanlısı haline geldiğin bir sırada, o yuvayı ebedî bir matem evi haline getirip göçüp gitmen ne demekti?
Annen, hayata ve kâinata bunun için lânetler ediyor, bütün kalbiyle bağlı olduğu Tanrısına bu acı ile sitemlerde bulunuyordu. Söyledikleri çok acı sözlerdi. Fakat ne kadar da lirikti !. En taş kalbleri dahi titretecek, en dayanıklı gözlerden dahi yaşlar akıtacak sözler.. Ne kadar yazık ki, o sözlerin tek cümlesini dahi aklımda tutamadım. Aklımda kalan, sadece, sözlerin acılığı, tesirliliği, güzelliği ve bir de, perişan bir ruhun feryatları olduğu hâlde cümle yapılarının hayret edilecek düzgünlüğü oldu. Dakikalarca süren o sözleri tesbit etmek mümkün olsaydı, bu mektuplar, darmadağın cümlelerden meydana gelen bir kitapçık olmazdı. Fakat yazık ki, sade sen sevgili yavruyu, bir tanecik Afşin’imizi değil o güzel, o harikulâde sözleri de, ölüm kadar soğuk o hastahanede bıraktık.
Yorumlar