Sevgili Afşin
On altı yıl, iki ay, iki günlük dünya misafirliğin, işte, böyle başladı, böyle bitti. Halbuki böyle başlamayabilir, böyle devam etmeyebilir, böyle bitmeyebilirdi. Eğer bu memlekette vatanseverlik, ahlâk, şeref gibi insanlık fikir ve meziyetleri hâkim olsaydı, sen, annenin karnında gıdasızlıktan iyi gelişememiş, kalbi arızalı bir yavru olarak doğar ve dertler, üzüntüler, sıkıntılar içinde büyür müydün? Ve yine bu memlekette, doktorluk, gerçek hekimlerin de şereflerini gölgelendirecek şekilde, bir gelir kaynağı mesleği haline gelmeseydi, sen başkentin ilim yuvası olması gereken Tıp Fakültesi’nde bu şekilde hayata veda eder miydin ve sonradan ölüm sebebin, kulaklara «kalb yetersizliği!» olarak fısıldanır mıydı?
Senin bu kara yazın, bu öksüz vatanın da kara yazısıdır.
***
Seni, hastahanenin ölüleri bekletilen yerine kaldırmışlardı. O gecenin geri kalan saatleri, ertesi gün ve gece, pazar sabahı orada yattın. Halil Talay Enişten, seni orada gördüğü zaman fenalık geçirdi. Söylediğine göre, yattığın taşın üzerinde bir ölüye değil, uyuyan bir meleğe benziyordun. O kadar canlı idin. Eniştene baygınlık geçirten de bu canlı halindi.
Cenaze törenin de çok hazin oldu. Başta, her yaştan fikir ve dâvâ arkadaşlarımız olmak üzere, seni ve bizi sevenler Hacı Bayram’da toplanmışlardı. İstanbul’dan Sadettin Tezcan Enişten, Samsun’dan Dr. Tevetoğlu gelmişlerdi.
İstanbul’dan Atsız Amcan da gelmişti. Ama, cenazende bulunmaya dayanamayacağını anlayarak bir gün sonra… Hayatın nice kasırgalarına göz kırpmadan göğüs germiş; kayalar kadar sağlam bir irade, senin tabutunun arkasından yürümek kudretini kendinde bulamamıştı.
Sen, seni sevenlerin ellerinin üzerinde mezara giderken, Amcan, kendisini İstanbul’dan Ankara’ya getiren trende, sonradan kabir taşma yazdırdığımız şu ağıtı kaleme alıyordu:
V E D Â
Ne ümitlerle gelip dünyaya,
En güzel ismi takındın: Afşin!
Böyle erken bırakıp gitme neden?
Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın?
Kaldı senden bize bir gamlı sedâ;
Bir vedâdır o seda, sade vedâ!..
Tabutuna, çok sevdiğin ve bebeklikten beri yatağının baş ucunda asılı duran Türk bayrağı sarılmıştı. Tabutun, musalla taşında iken, bir münasebetsiz, hiç de üzerine vazife olmadığı halde, buna itiraz edecek olmuş, fakat Ali Çankaya tarafından susturulmuştu.
Camideki dinî tören tamam olunca, tabutun omuzlara alındı. Polis Koleji’ndeki talebelerim, kapıdan itibaren iki taraflı saf yapmışlardı. Tabutun onların arasından geçerek ilerlemeye başladı.
Senin, ruhunu ulu Tanrı’ya teslim ettiğin andan beri, göz yaşları dinmeyen anneciğin, dışarda bir arabanın içinde idi. Sevgili Afşin’inin eller üstünde son yolculuğuna çıktığını görünce, arabadan inmek için davrandı. Yanındakiler bırakmak istemediler. Fakat tutamadılar. Annen, tarifi imkânsız bir perişanlık içinde yere atladı:
-Afşin’im! Yavrum Afşin’im! diye feryat ediyordu. Herkesin gözleri dolmuştu. Sesli sesli ağlayanlar, hıçkıranlar vardı. En metin dostların dahi gözleri yaşlı idi. Senin için ağlanmazdı da ne yapılırdı?
Mezarlıktaki fasıl daha yürekler parçalayıcı oldu. Ne acısına dayanılmaz anlardı o dakikalar.. Annenle baban, iki kara talihli, kahroluyorduk. Fakat devrilip gidemiyorduk. Bu kara perde sonuna kadar inse de, “arkasında güneş doğmayan büyük kapı”dan el ele beraber geçsek, kıyamet mi kopardı?
Tabutun, mezar denilen o korkunç çukura indirilirken, annen, senden sekiz on adım ötede hıçkırıyordu. Ben, mezarın başında, şuursuz bir yaratık gibi, bir taş parçası gibi sop- soğuk ayakta duruyordum. Her şey tamam olup da, beton kapak üstüne çekilirken, titreyen bir sesle:
-Güle güle Afşin! dediğimi hatırlıyorum. Bu, senin hastahanedeki son sözüne cevaptı.
Ve sonra, ebedî yuvanın üstüne, ebedî vatanın toprakları atılmaya başlandı. Bu iş de birkaç dakikada tamam oldu. Artık sen, o «bitmeyen sükûnlu gece»deydin.
***
Annenle hayatta yapayalnız kalmıştık. Artık meyvesiz ve onun için de mânâsız ağaçlardan farksızdık.
Bize, çocukluğundan beri :
-Herkesin kardeşi var da benim niçin yok? diye sorardın. Sana, başka birçok şeyler gibi, bunun sebebini de liseyi bitirdikten sonra anlatacaktım.
Seni, ne güç şartlar altında büyütmeye çalıştığımızı, ancak ruh âleminde öğrendikten sonra, niçin birlikte oynayacak kardeşlerin bulunmadığını da anlamış olacaksın.
1944 ihaneti ve sonrası, bu memlekette milliyetçiliğin, kimbilir ne kadar zaman, bir ateşten gömlek olarak kalmaya mahkûm olduğunu göstermişti. O büyük ihanet, ağır yaralarla geride bırakıldıktan sonra da, ufuklar, hiçbir zaman, güzel yarınlar ümit ettirecek renklere bürünemedi. Bu yolun şuurlu ve gönüllü yolcuları, ihanetin ve zulmün her türlüsünü göğüslemeye elbette razı idiler. Fakat ya hiçbir şeyden haberi olmayan günahsız yavrular?..
İşte senin kardeşlerin bunun için olmadı Afşin. Sen, gözlerimizin önünde canlı ve acı bir misal gibi dolaşırken, biz, yeni masum yavruları aynı ıstırabın kucağında görmeye nasıl cesaret edebilirdik?
Bize düşen, Tanrı izin verdiği takdirde, seni, iki üç çocuğun yerini tutabilecek bir er kişi olarak yetiştirmeye çalışmaktı. Ve eğer kara talih, o nâmert çelmeyi takmasaydı, bu, böyle olacaktı.
***
Yuvamızı, yıldırım çarpmış gibi perişan eden ölüm haberi memleketin çeşitli yerlerindeki dost ve tanıdıklarımıza yıldırım hızı ile ulaşmıştı. O sıralarda yazı yazmakta olduğum Kudret ile Ankara’nın diğer iki gazetesinin, Ankara ile Öncü’nün, haberi vermelerinin bunda rolü büyüktü. Evimize, günlerce telgraf ve mektup yağdı. Bize yeniden gözyaşları döktürten telgraflar ve mektuplar.. Dr. Muharrem Ergin, telgrafında : «Yıldırımla vurulmuşa döndüm» diyordu. Çilesi dolmayan sevgili Said Bilgiç, Yassıada’dan: «Melek tabiatlı Afşin’in ufulü dolayısıyle duyduğum teessür hudutsuzdur.» diye başlayan mektubu ile acımıza katılıyordu. Nihad Sami Banarlı: «Onun asil ve temiz ruhunu kendi katma aldığına inandığımız ulu Tanrı’dan aziz ve temiz Afşin’imiz için büyük rahmet ve mağfiret diler, beklenmez acınızı bütün kalbimizle paylaşırız!» diye bize teselli vermeye çalışıyordu. Darendelioğlu : «Şu anda sizi seven ve tanıyanların üzüntüsü sonsuzdur» derken, fikir âilemiz yönünden bir gerçeği dile getiriyordu. Zeki Velidi Togan hocamız, kaybını, «uğradığınız büyük musibet..» diye adlandırıyordu. Dr. Zarif Bey Amcan, Nazilli’den gözyaşlarıyle kaleme aldığı mektupta : «Aslan gibi, ceylân gibi Afşın’cık sîzleri ve bütün sevdiklerini sonsuz acılara garkederek uçup gitti ha..» diye hayret ve acısını ifade ediyordu. Bedriye Yengen, Almanya’dan : «Hayatın tatsız olduğu muhakkak ama, sevgili Afşin’imiz için bu, pek, pek erkendi» diyor ve : «Allah bize bunu revâ görmemeli idi!» demekten kendini alamıyordu. Arif Nihat Asya, Kıbrıs’tan : «Sevinçleriniz sevincim, öfkeleriniz öfkemdi; acılarınız acımdir aziz kardeşlerim» diye yazıyordu.
Bütün dostlar böyle şeyler yazıyorlardı Afşin..
Ve senin için yazılanlara, Toprak dergisinin 73. sayısındaki yazılar da eklendi. Amcan’m «Vedâ» şiiri, ilk defa orada çıktı. Zeki Sofuoğlu Amca’nm “Afşin’in Ardından” başlıklı yazısı orada yayınlandı. Sofuoğlu, senin için şunları yazıyordu:
«Henüz 16 yaşında olmasına rağmen şuurlu vatanseverliği ve milliyetçiliği ile temayüz eden Afşın Sançar..»
Heyhat.. Ankara gazetesi istihbarat şefi Metin Kumal’ın hazırladığı ölüm haberine, bu satırları ilâve ettirmek “Zeki Açma”na düştü Afşın… Alın yazısı böyle mi yazılmış Afşın? Hayatının ilkbaharını yaşayan yemyeşil bir filiz, gencecik bir fidan iken sen geçip gidecek ve geride kalan bizler, analar-babalar, amcalar-teyzeler, ağabeyler ablalar ardından ağlayıp gözyaşı mı dökecektik? Senin için mersiyeler yazacak, siyah çerçeveli ölüm haberleri mi kaleme alacaktık?
İncecik, gencecik, körpecik fidan Afşin’imiz! Sen, yalnız, çok sevgili «anneciğinin», «babacığının» değil, aynı kutlu ülküye bağlanmış büyük bir ailenin de evlâdı idin. Bozkurtlar arasına katılmış «yavrukurt» sendin. Gönüllüler kafilesinin, ülkü erlerinin «Genç Osman» ı sendin.
Sen, almakta olduğun eğitim ve öğretimle, teneffüs ettiğin «Tanrıdağ» havasıyle, içinde serpilip büyüdüğün «Ötüken» iklimiyle, «çekirdekten yetişme» adsız bir ülkü eriydin.
Seni, bir yılımızı beraber yaşadığımız Londra’da daha yakından tanıdım. Sen, Avrupa’da aklını şaşıran, benliğini kaybeden, millî şuurdan yoksun, aşağılık duygusuna kendini kaptırmış sözde aydınların yüzsüz suratlarına indirilmiş ne kuvvetli bir şamardın! Dünyaya hümanizm, hak ve hürriyet dersi veren hodgâm Avrupalıyı o ince zekân ve sağlam millî şuurunla ne güzel anlıyor, anlatıyordun! Senin üç dört misli yaşında olan sözüm ona bir yığın münevver, şuur ve muhakeme yoksulu bir hayranlık içinde dinimizi de, milliyetimizi de, kadîm medeniyet ve kültürümüzü de hor görür, tezyif ve istihfaf eyleme yolunu tutarken, senin millî duyguların âdetâ bileniyor, şuurun çelikleşiyordu. Tevfik Fikret’in oğlu Halûk Avrupa’dan neyi getireceğini bilmemişti, bilememişti. Ama sen, bu aziz vatanın eksiği nedir, neye muhtaçtır, çok iyi anlamıştın.
Baban ve annenle birlikte, Marylebone’deki Ali Soul’s School’a seni nasıl kaydettirdiğimizi, Oxford Street’teki George West mağazasından mektep üniformanı, lâcivert ceketini, kepini, kaşe pantolonunu, çantanı nasıl aldığımızı bugün olmuş gibi hatırlıyorum.
Arada sırada mektebe uğrar, seni alırdık. Veya Oxford Circus’taki bir mağaza önünde mektep dönüşü hep beraber buluştuğumuz da olurdu.
Mektepteki davranışların, şuurlu bir Türk çocuğunun davranışlarıydı. Mütecaviz İngiliz veletleriyle, Kıbrıslı Rum palikaryalarıyle yılmadan mücadele ediyordun. Türkiyeli veya Kıbrıslı Türk öğrencilere millî şuur telkinlerinde bulunuyor, onların şeref ve haysiyetlerini, haklarım koruyordun. Hıristiyan usulünce, avuç avuca ellerini önüne kapayarak dua etmeyi şiddetle red ve müslümanca ellerini yukarıya açarak bildiğin duaları okumakta sonuna kadar ısrar etmiştin. En nihayet, bu ısrarın karşısında, başöğretmenin mecbur kaldı ve seni sabah duasından menetti. Mutaassıp İngiliz, bu farklı dua tarzına bile tahammül edememişti.
Hele, kirli yemek masası üzerine yemek çatalını illâ koymanı isteyen İngiliz öğretmene verdiğin temizlik dersi. Türklük şuurunun İngiliz gururuna indirdiği ne mükemmel bir darbe olmuştu. Sen, her anında Türklüğü, Türklük gururunu yaşıyor, yaşatıyordun. Ve Londra’dan şuur ve gururun daha da bilenmiş, daha da berraklaşmış bir Türk çocuğu olarak döndün.
Artık çocukluktan ilk gençlik çağma girmekteydin. Sesin çatallanıp kalınlaşmıştı. Sende, bu çağlarını yaşayan ekseri gençlerde görülen terbiye ve ahlâk gevşemesinden, isyankârlıktan eser yoktu. Bilâkis, gün geçtikçe ve gençlik psikolojisi üzerine her gün biraz daha çöktükçe, bir karakter adamı haline geliyordun. Nitekim, Gazi Lisesi’nde okurken, kaptanı bulunduğun futbol takımına sigara içenleri veya küfür edenleri almıyor; seninle birlikte bulunanlara, muhitine ahlâkî telkinler yapmaktan geri kalmıyordun.
Bütün bu küçük, fakat çok mânâlı davranışların, geleceğin hakkında «anneciğine», «babacığına» ve yakın dostlarına, hepimize ne güzel ümitler vermekte idi.
Lâkin, eyvah, şimdi bu güzel ümitler, bir tutam menekşe gibi soldu gitti ; hayal oldu, rüya oldu, geçti gitti!
Çekingen, yumuşak, terbiyeli, masmavi bakışlar.. Nârin, bir endam… Ürkek ceylân yavrusu gibi davranışlar… Çocuksu ilk gençlik duyguları… Ve 1960 yılının 5 Kasım Cumartesi saat 3 ü 15 geçe gelip çatan ölüm… Bilmem ki, Azrail, bu taze filizi nasıl kırıp kopardın? Bu incecik fidana nasıl kıydın?.
Ve kara toprak… Ah, hele sen kara toprak! O şeffaf pembe teni, sümbül menekşe gözleri nasıl kucaklayıverdin? Sakın, Afşin’imizi incitme, korkutma, hırpalama kara toprak…
Afşın! Anadolu dağlarının zirvesi efkârlı, doruğu poyrazlı, düzlüğü serindir. Dereler, ırmaklar akar Akdeniz’e doğru, Karadeniz’e doğru, Hazar’a doğru. Güller sümbüller açar, bülbüller ötüşür bahçelerinde… Tepeliğinde, yaylağında bozkurtlar; sarpında, uçurumunda alageyikler seğirtir. Günler, aylar, mevsimler, yıllar gelir geçer… Ay ışıtır, güneş ısıtır bu mübarek topraklan… İşte sen, «şühedâ gövdesi dağlar, taşlar» la çevrelenmiş, sıkınca «şühedâ fışkıracak» kutsal topraklarda yatıyorsun, şimdi. O topraklar ki, «binlerce kefensiz yatanı» kara bağrına basmış. Alelâde bir toprak değil o…
Sonra Afşin, şunu unutma ki, kara topraktan geldik, yine kara toprağa gideceğiz. Bedenler çürür, ufalır, vatan topraklarına karışır, gider… Lâkin, ruhlar ebedîdirler. Ve ebediyet diyarında ezelden ebede yaşar dururlar. Şimdi senin sevimli, cana yakın ruhun da orada, o diyardadır.
Dedelerin, ninelerin hep oradadırlar. Tarihine şeref veren anlı şanlı ataların oradalar. Sen ki, tarihini bilen, aslım bilen bir Türk çocuğu idin. Onları tanımaman, bilmemen mümkün mü? İnan bana Afşın, orada asla yabancılık hissetmeyeceksin. Bizler de, hepimiz er geç oraya geleceğiz. Orada buluşacağız.
“Bizi orada bekle, e mi Afşin?»
Ve sonra vefalı dost Refet Körüklü’nün :
“Yüzün güz yaprağından sarı ;
Peteği terk etmiş bal yapan arı ;
Ölümün gezinmiş alnında dudakları ;
Neden bırakıp gittin Afşin’im
Seni senden çok seven
Şu ak saçlı dostları?
Yürekler yaralar Afşin’im yasın..
Bayrağa sarılı tabutunla
Gönüllerde Afşin’im dalga dalgasın…”
gibi hazin mısralarla seni andığı «Allahaısmarladık» başlıklı şiiri..
Ve nihayet, kaybından çokaz zaman önce, bize :
-Afşin, ne zaman aramıza katılacak? diye soran üniversiteli ağabeylerinin, ülkümüzün o yiğit çocuklarının, “Kür Şad’ın Torunu İçin” başlığı ile yazdıkları: «Senin için yazdığımız bu ilk yazı, ardından söylenmiş bir ağıt olmamalıydı, Afşın! Sen, tarihî düşmanlarımızla Çin Şeddi önlerinden başlayıp Viyana kapılarına kadar ulaşan mücadelemizin gene hararetlendiği şu günlerde bizi bırakmamalıydın.»
diye başlayan ve :
“Afşın! Kurt başlı bayrağı yüceltmek, bozkurt soyunu muzaffer kılmak için ölenlerin torunu! Onlara selâm götür bizlerden. Deden Kür Şad’a de ki. o dünyada bıraktıklarım sizlere lâyık olmak, alınlarından öpülebilmek için çalışıyorlar. Güle güle git sevgili Afşın.”
diye biten ağıtları…
Yorumlar